ŞUBAT - ΦΕΒΡΟΥΑΡΙΟΣ 2009 Sayı: 44 Fiyatı: 3 fileOkul öncesi eğitimi, zorunlu eğitim...

40
40 Azınlıkça ŞUBAT - ΦΕΒΡΟΥΑΡΙΟΣ 2009 Sayı: 44 Fiyatı: 3 €

Transcript of ŞUBAT - ΦΕΒΡΟΥΑΡΙΟΣ 2009 Sayı: 44 Fiyatı: 3 fileOkul öncesi eğitimi, zorunlu eğitim...

  • 40 Azınlıkça

    ŞUBAT - ΦΕΒΡΟΥΑΡΙΟΣ 2009

    Sayı: 44Fiyatı: 3 €

  • Azınlıkça 39

    BU

    AY

    AZ

    INLI

    A AZINLIKÇABATI TRAKYA AYLIK HABER

    YORUM DERGİSİ

    ŞUBAT 2009 YIL: 5 SAYI: 44

    www.azinlikca.netwww.azinlikca.org

    ΑΖΙΝΛΙΚΤΣΑΜΗΝΙΑΙΟ

    ΤΟΥΡΚΟΕΛΛΗΝΟΦΩΝΟ ΠΟΛΙΤΙΚΟ ΠΕΡΙΟΔΙΚΟ

    ΤΗΣ Δ. ΘΡΑΚΗΣ

    ΦΕΒΡΟΥΑΡΙΟΣ 2009 ΕΤΟΣ:Ε NO:44

    SAHİBİ-SORUMLUSU ΙΔΙΟΚΤΗΤΗΣ-ΕΚΔΟΤΗΣ-

    ΔΙΕΥΘΥΝΤΗΣEVREN DEDE

    GENEL KOORDİNATÖRΓΕΝΙΚΟΣ ΣΥΝΤΟΝΙΣΤΗΣ

    AYDIN BOSTANCI

    YAYIN YÖNETMENİ ΣΥΜΒΟΥΛΟΣ ΕΚΔΟΣΗΣ İBRAM ONSUNOĞLU

    ADRES Marathonos Neoktista 3/A

    69100 KomotiniEmail: [email protected]

    Tel: +30 6947866196 +30 6944749374

    Fax: +30 25310 29866

    ΕΤΗΣΙΕΣ ΣΥΝΔΡΟΜΕΣ Ιδιώτες. : 36 €

    Τραπεζες, Οργανισμοί: 98 € Ν.Π.Δ.Δ, Α.Ε: 98 €

    Δήμοι: 98 €Euro Κοινότητες: 72 €

    BU SAYIDA YAZARLARΆννα ΦραγκουδάκηAnna Frangoudaki

    Aydın BostancıCeren Zeynep AkΓιώργος Δούδος

    Dimostenis YağcıoğluEvren DedeElçin Macar

    Hakan MüminHerkül Millas

    İbram OnsunoğluΚωνσταντίνος Τσιτσελίκης

    Samim Akgönül

    AZINLIKÇA - BATI TRAKYA AYLIK HABER YORUM DERGİSİΑΖΙΝΛΙΚΤΣΑ - ΜΗΝΙΑΙΟ ΤΟΥΡΚΟΕΛΛΗΝΟΦΩΝΟ ΠΟΛΙΤΙΚΟ ΠΕΡΙΟΔΙΚΟ ΤΗΣ Δ. ΘΡΑΚΗΣ

    www.azinlikca.net

    Azınlıkça44

    Κ. ΤσιτσελίκηςΗ Μουφτεία Κιρκασίων Θεσσαλονίκης : Μιαν άγνωστη ιστορίαΗ Μουφτεία Θεσσαλονίκης αναγνωρίζεται ως «Μουφτεία Κιρκασίων». Τον πρώτο Μουφτή των Κιρκασίων, Hatzi Ahmet εφέντη, διαδέχεται ο Husein Husni Karaoglou, ο οποίος τον Σεπτέμβριο 1938 αντικαθίσταται από τον Mustafa Namouk Μuan Ζade, ο οποίος φέρεται να έχει εκλεγεί από τους μουσουλμάνους της Θεσσαλονίκης.

    Aydın Bostancı Anaokuluna azınlıksal bakışOkul öncesi eğitimi, zorunlu eğitim kapsamına alınmasından sonra, anaokulları tartışması yoğun bir şekilde azınlığın gündemine oturdu. Azınlık çocuklarının devam ettiği devlet anaokullarına, Yönetim, azınlıktan anaokul öğretmeni görevlendireceğini belirtirken, azınlığın Batı Trakya Azınlığı Yüksek Tahsilliler Derneği gibi kuruluşları okul öncesi eğitim sisteminin de azınlığın özel ve özerk yapısına dahil edilmesini talep etmekte...

    İbram OnsunoğluTBMM Başkanı Köksal Toptan Batı Trakya Ergenekon’unu savunuyorur! Şimdi, bir anavatan politikacısı ile çatışma ve istenmeyenler listesindeki yerimizi sağlamlaş-tırma pahasına da olsa, kendi kendimizle temel bir tutarlılık içinde azınlık gerçekleri ve tarihi adına bu yukarıdaki konuşmayı eleştirip kınama-mamız mümkün değil... Ergenekon’un bir de yurtdışı uzantıları var. Bunlar, “malum ve makul” nedenler yüzünden araştırılmayacaktır...

    Batı Trakya’da 150’likler -I- Evren DedeAnaokuluna azınlıksal bakış ve paradoks Aydın Bostancı Köksal Toptan, Batı Trakya Ergenekon’unu savunuyor İbram OnsunoğluDil, toplum, sanat Hakan MüminAzınlık, Empati, Etnisite Herkül MillasMüftünün yetkileri tartışması Elçin MacarBatı Trakya’ya dinî liderler Samim Akgönül“The Rums” Saçmalığı Dimostenis YağcıoğluΗ Μουφτεία Κιρκασίων Θεσσαλονίκης Κωνσταντίνος ΤσιτσελίκηςÖzür dilemenin dayanılmaz hafifliği Ceren Zeynep AkΣώστε το Μεγάλο Τέμενος του Διδυμοτείχου Γιώργος ΔούδοςTrakya değişiyor: Olabilirlikler ve engeller konusunda ek yorum Anna FrangoudakiH Θράκη αλλάζει: Επίμετρο σχόλιο για τις προοπτικές και τα εμπόδια Άννα Φραγκουδάκης

    2469

    1113151720222427

    27

    İçindekiler

  • 38 Azınlıkça

  • Azınlıkça 1

    Bundan bir süre önce, hesap edince aradan tam bir yıl geçtiğini hayretle gör-dük, Müslüman Çocukların Eğitimi Programı’nın 10’uncu yılını doldurması mü-nasebetiyle hazırlanan kollektif yapıt, “Çıkarma değil TOPLAMA, bölme değil ÇOĞALTMA” başlıklı kitapta Anna Frangudaki imzalı Eksöz’ü arzettiği önemi yüzünden Türkçeye çevirip Azınlıkça’da yayımlayacağımıza söz vermiştik.

    Gerçi 550 sayfalık kitabın içeriğini oluşturan azınlıktaki eğitimle ilgili öbür yazılar daha az önemli değil. Frangudaki’nin yazısını siyasî ve toplumsal eleştiriye ağırlık verilmiş olduğu için seçtik. Yazarın kendisinden daha o zaman bir yıl önce izin almıştık. Yayın danışmanımızın çeviriyi yapması ancak bugüne kısmetmiş. Sayfa sıkıntımız yüzünden oldukça büyük olan yazıyı iki bölüme ayırmak zorun-da kaldık. İkinci bölümü gelecek sayıda yayımlayacağız. Bu arada Yunanca orjinal metni de Türkçe çeviriyle yanyana koymayı yararlı gördük. Umarız beğenirsiniz.

    *Kemal Anadol’un Büyük Ayrılık adlı romanının Yunanca çevirisi, 9 Şubat

    Pazartesi günü Gümülcine Belediyesi’nin çok amaçlı etkinlikler merkezinde ya-pılan bir sunumla tanıtıldı. Batı Trakya Azınlığı Yüksek Tahsilliler Derneği ile Papasotiriou kitabevinin ortaklaşa düzenledikleri kitap tanıtımına Foça Belediye Başkanı Gökhan Demirağ, filolog Thanasis Kounoulos ve Kemal Anadol konuş-macı olarak katıldılar.

    Daha önce de söylemiştik, bilinen sorunlardan dolayı azınlıklar ancak kültürel faaliyetlerle Türk-Yunan ilişkilerine katkıda bulunabilirler diye. Yüksek Tahsilliler Derneği’ni düzenledikleri bu etkinlikten dolayı kutlamak gerek. Ve ayrıca hatır-latmak; felaketlerin yaşandığı o yıllarda, Anadolu’dan ayrılmak zorunda bırakı-lan Rumlarla beraber Yunanistan’dan ayrılmak zorunda kalan Türkler de vardı. Saba Altınsay’ın Girit’ten göç eden Türklerin ayrılık vakti geldiğinde hissettikleri hüznü yansıtan “Girit’im benim” adlı romanı işte bu yakadan ayrılığı anlatan romanlardan sadece birisi. Eser 2008 yılında Yunancaya çevrildi ve Gümülcine’de tanıtımının yapılacağı günü bekliyor. Bizden söylemesi...

    *Azınlıkça yazarları karşınıza birbirinden ilginç ve önemli konularla çıkıyor.

    Beğenerek okuyacağınızı umuyor, geçen sayımızdan itibaren aramıza yeni katılan Ceren Ak’a da, “hoş geldin” diyoruz.

    Bu sayımızda yazarlarımızdan Fatih Nazifoğlu ve Hatice Sali imtihanları dola-yısıyla aramızda yer alamadılar. Sınavlarında başarılar diliyoruz.

    editör

    Romanlarda büyük ayrılık

  • 2 Azınlıkça

    Batı Trakya’da 150’likler -I-

    VitrinEvren [email protected]

    1924’te Türkiye Büyük Millet Meclisi, 150 kişinin Türk vatandaşlığından çıkarılmaları ve yurtdışına sürül-meleri kararını aldığında, 150’liklerden bir kısmı zaten Batı Trakya’ya yerleşmiş durumdaydı. Ankara’ya muha-lefet eden pek çok kişi savaşın sonu yaklaştıkça ve Lozan Antlaşması sürecini beklemeden Türkiye’yi terketmiş ve bölgeyi uğrak yeri olarak kullanmaya başlamıştır.

    Batı Trakya bölgesindeki Müslüman ahalinin varlığı, özellikle Ankara hükümetinin yürüttüğü mücadeleye kar-şı çıkmış veya mücadeleye katkısı olsa bile savaş sırasında çeşitli nedenlerden dolayı Mustafa Kemal Paşa ve kadro-suyla çatışmaya sürüklenmiş kişilerin bölgeyi tercih etme-sinde önemli rol oynamıştır. Dolayısıyla gerek 150’likler içerisinde gerekse diğer muhalifler Batı Trakya’nın Os-manlı dönemini çağrıştıran havasına kapılmış ve buraya yerleşmeye karar vermiştir.

    1927 yılında Gümülcine’de konsolos olarak görev ya-pan, daha sonraları politikaya atılarak 9. dönem Samsun milletvekili olan Firuz Kesim bu konuda şunları anlat-maktadır: “Batı Trakya’nın merkezi Gümülcine’de kon-solos bulunduğum sırada Gümülcine adeta bir 150’likler yuvası halinde idi. Burada 150’liklerin yarısı demek olan 75’ten fazlası bulunduğu gibi, bir sürü de politika firarisi ve Türkiye’den göçmüş Rumlar vardı. Bunları takip et-mek, tutum ve davranışları ile sıkı bir biçimde ilgilenmek esas görevlerimin başında geliyordu.”1

    Firuz Kesim’in 150’liklerden Batı Trakya’da 75’in üzerinde bir sayının bulunduğu ile ilgili beyanı abartı olsa gerekir. Herhalde 150’liklerin siyasî alandaki yoğun faaliyetlerinden dolayı onları 75 kişi ve üzerinde sanmış olmalıdır.

    150’liklerin kendi çıkardıkları gazeteler dışında, Batı Trakya’da onlarla ilgili kayıt veya bilgi neredeyse yok de-necek kadar azdır. Hangi işlerle meşgul oldukları, bun-larla beraber gelen diğer kişilerin kimler olduğu, bölge-deki Müslümanlara etkileri, Ankara hükümetiyle olan sürtüşmeleri ve diğer konularda yeterli arşiv belgesi bu-lunmamaktadır. Bütün bu zorluklara rağmen, daha çok genel ifadelerle ve “hain” olarak anılan 150’liklerden Batı Trakya’ya 13, Doğu Makedonya’ya 2 ve Yunanistan’ın

    diğer bölgelerine kesin olmamakla birlikte 15 kişinin yer-leştiğini biliyoruz.

    150’likler listesindeki en önemli şahıslardan birisi de hiç şüphesiz şeyhülislam Mustafa Sabri Efendidir ve Batı Trakya’ya gelenler arasında bulunmaktadır. Başta Musta-fa Sabri olmak üzere, 150’liklerden Batı Trakya’ya gelen ve yerleşenlerin siyasî ve dinî faaliyetlerine devam etme-leri, Türkiye Cumhuriyeti için ciddi bir sorun olur. Yurt içinde muhaliflerin sesleri Kürtler haricinde neredeyse tükenme noktasına geldiği bir süreçte, Batı Trakya’daki muhalif seslerin artması ve hatta Türkiye içerisinde bile taraftar bulması Ankara hükümetini zor duruma düşü-rür. Bu yüzden de Mustafa Kemal Atatürk, Venizelos’la yapılan görüşmelerde bu konuya ayrıca önem vermiş ve Venizolas’la yapılan anlaşma sayesinde Batı Trakya’daki 150’liklerin muhalif tutumu ortadan kaldırılabilmiştir. Venizelos’a 150’liklerin Yunanistan’dan çıkarılması ta-lebini İsmet İnönü iletir. Venizelos, Türk hükümetiyle yapılan anlaşma çerçevesinde Batı Trakya’daki 150’likleri 1931’de bölgeden uzaklaştırır.

    Batı Trakya’ya gelen 150’likler:1. Sabık Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi2. Gümülcineli İsmail Hakkı3. Aziz Nuri 4 . Eskişehirli Safer Hoca (Hızır Hoca)5. Namın Bey (Namık Bey)6. Nedim Bey7. İbrahim Sabri (Mustafa Sabri Efendinin oğlu)8. Süngülü Çerkez Davut9. Tuzakçı Yusuf Ali Remzi 10. Keçelerli Topal Ömeroğlu İdris 11. Keçelerli Abdüllaloğlu Deli Kasım.212. Kuvay-ı İnzibatiye mensubu Çopur İsmail Hakkı13. İzmir kadı müşavir-i sabıkı Ahmet Asım3

    150’likler listesinde bulunan bu 13 kişi Batı Trakya’nın çeşitli bölgelerine yerleşirler. Kimisi tüccar, kimisi gaze-teci, kimisi yazar, kimisi azınlık okullarında öğretmen, kimisi cemaat idarelerinde görevli ve kimisi de imam olarak sosyal hayatta yerini alır. Sırasıyla gidecek olursak,

  • Azınlıkça 3

    13 kişinin Batı Trakya’daki yerleşim yerleri, meslekleri ve faaliyetleri şöyledir:

    1. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi150’liklerle ilgili kanunun çıkmasından iki yıl önce,

    1922’de Osmanlı Meclisi sabık milletvekili ve Şeyhülis-lam Mustafa Sabri Efendi ve ailesi Batı Trakya’ya gelirler. İskeçe (Xanthi) iline yerleşen Mustafa Sabri Efendi, dinî ve siyasî çalışmalarına kaldığı yerden devam eder.

    Özellikle Türkiye’de hilafetin kaldırılması (1924), medrese ve zaviyelerin kapatılması (1925), şapka kanunu (1925), medeni hukukla birlikte laikleşme (1926), harf devrimi (1928) ve Ankara hükümetince yürütülen benzer reformist uygulamalar, Şeyhülislam’ın Batı Trakya’daki ta-raftar sayısının artmasına doğal yoldan katılımı sağlayan bir sürece dönüşür. Şeyhülislam Mustafa Sabri’nin etra-fındaki destekçilerin her geçen gün artması sonucunda, Batı Trakya’daki muhaliflerin sesi gayet gür çıkmaya baş-lar. (Hatta sesleri o denli gür çıkar ki, sonundaTürkiye bunların Yunanistan’dan da çıkarılmalarını talep eder.)

    Sabık Şeyhülislam, birçok başka gazete dışında, özel-likle 1927’de yayımlanmaya başlayan ve sorumlu mü-dürlüğünü Hasan Fehim’in yaptığı Yarın gazetesinde Türkiye’nin laik rejimini eleştirir ve din uleması olarak fetvalar çıkarır. Mustafa Sabri’nin etkisini azaltabilmek amacıyla 1930 yılında İstanbul’da aynı adı taşıyan kema-list görüşlü bir gazete bile çıkarılır.4 A. Yordanoğlu’nun bu konudaki yorumu, İstanbul kökenli Yarın’daki yazıla-rın Mustafa Sabri Efendi’ye ait olduğunu Müslümanla-rın sanmaları yüzünden Şeyhülislamın kendi gazetesinin ismini değiştirdiği ve gazeteye Peyam-ı İslam5 adını ver-diği şeklindedir.6

    Bu tespitinin doğru olabileceğini kabul etsek bile, Mustafa Sabri Efendi’nin, gazetenin ismini değiştirme-sindeki asıl sebebin başka bir nedenle olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü Yarın gazetesi, Türkiye aleyhinde yayınlarda bulunduğu için Türkiye Dahiliye Vekaleti’nin 25.08.1930 tarih ve 4053/172 numaralı tezkeresiyle ya-pılan teklifi üzerine Bakanlar Kurulu, adı geçen gazetenin Türkiye’ye girişini 08.10.1930 tarih ve 9993 sayılı kara-rıyla yasaklamıştır. Dolayısıyla Mustafa Sabri Efendi’nin gazetenin isim değişikliği konusundaki kararına bu ya-saklamanın neden olduğu söylenebilir.

    Mustafa Sabri Efendi’nin yazılarında ünvan olarak “Şeyhülislam” sıfatını kullanmasından ve ayrıca “Halife-lik” başlığıyla Yarın gazetesinde makaleler yayımlanma-sından rahatsız olan Türkiye’nin, Yunanistan’a bu konuda tavır takınmasını istediğini de ayrıca belirtmek gerekir. Bu konuda Yunan idaresi 23 Aralık 1927’de bir emir göndererek, Mustafa Sabri Efendi’den “Halifelik” başlığı ile yazı yazmamasını bildirir.7 Şeyhülislam Mustafa Sabri, 9 Ocak 1928 tarihli Yarın gazetesinde neşredilen yazıda denildiği şekliyle, İskeçe bölge komutan yardımcısına Türk-Yunan dostluğu uğruna basın özgürlüğüne darbe

    vurulduğunu söyler. Mustafa Sabri hatta şu yorumu ya-par, “Şeyhülislamın yazılarından Ankara, Ankara’dan ise Yunanistan korkmaktadır!”8

    Mustafa Sabri Efendi’nin Yarın Gazetesi’ndeki yazıla-rında Türkiye’deki yeni laik rejim yüzünden Müslüman-ların dinden çıktığını belirttiği ve Batı Trakya’da bir hi-lafet müessesesinin derhal kurulması gerektiğini belirten görüşlerinin bu yasaklamaya neden olduğu hesaplanmalı-dır. Çünkü o dönemde Batı Trakya’da sabık Şeyhülislam’ı da içine alarak kurulacak bir hilafet, Türkiye Cumhu-riyeti açısından ciddi bir tehlike anlamı taşımaktadır ve bu yüzden Yunan devletiyle yapılan ikili görüşmeler neticesinde, Trakya Genel İdaresi Bakanı, Mustafa Sabri Efendi’den yazılarında “Hilafet” başlığını kullanmaması-nı emretmiştir. Buna rağmen Mustafa Sabri “hilafet” baş-lığını makalelerinden çıkarmaz. Yarın gazetesinde aynı başlıkla tefrika etmeye devam edilir; ta ki 1930’da gazete kapanana kadar.

    Sabık Şeyhülislamın iaşe sorunu ise İskeçe’deki evkaf idaresi tarafından memuriyet tahsis edilerek hallolunulur.9

    Mustafa Sabri Efendi, Yunan hükümetinin 150’likler hakkında Batı Trakya’yı terketmeleri ile ilgili kararı son-rasında 1931’de Patra’ya yerleşir. Bölgede Batı Trakya’daki ortamı bulamaz. Sadece Hristiyanlardan oluşan bir bel-dede durmanın anlamsız olduğunu düşünerek ailesiyle birlikte Mısır’a gider.

    22 yaşındayken Fatih Camii’nde ders vermeye baş-layan, II. Abdülhamid’in katıldığı “huzur” derslerine 16 yıl boyunca devam eden, padişahın kütüphanecili-ğini yapan, 1908’de memleketi Tokat’tan milletvekili seçilen, Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye’nin “Beyanü’l Hak” adlı dergisinin başyazarlığını yapan, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne muhalifliğinden dolayı yurdunu terk etmek zorunda kalan, İstanbul’a geri dönen, 1922’de tekrar yurdunu terk eden ve Batı Trakya’ya yerleşen, Trakya’da Yarın ve Peyam-ı İslam gazetelerinde başyazarlık yapan, 150’likler hakkındaki kararla 9 yıl kaldığı Batı Trakya’dan uzaklaştılarak Patra’ya yerleşen ve sonunda Mısır’a giden Mustafa Sabri, 1938’de Türkiye 150’likleri affettiğinde vatanına geri dönmez. 1954 yılında Kahire’de hayata veda eder. Devam edecek...

    1. Kamil Erdeha, 150’likler yahut Milli Mücadele’nin Muhasebesi, Tekin Yayınevi, 1998, s.1232. Listedeki ilk 11 kişi için Α.Υ.Ε. 1931/Β/37/ΙΙ/.3. 12 ve 13 numaraları isimler için Α.Υ.Ε. 1928/Β/37.4. Nathanail M. Panagiotidis, Müslüman Azınlık ve Millî Bilinç, Aleksandroupoli, 1995, s.148 5. Peyam-ı İslam gazetesi, 27 Rabiülahir 1349’da (21 Eylül 1930) yayın hayatına başladı.6. A. Iordanoglou, Lozan’dan günümüze Batı Trakya Müslüman Azın-lığının Basın Tarihi, Imxa, Sayı:3, 1989, s.222 7. Trakya Genel İdaresi, Protokol No: 1572/23-12-1927 8. Yarın gazetesi, 09.01.19289. http://www.atam.gov.tr/index.php?Page=DergiIcerik&IcerikNo=266

  • 4 Azınlıkça

    Zorunlu anaokulu eğitiminin Yunanistan’da daha yeni yeni gelişmekte olduğunu söyleyebiliriz. Ülkemizdeki anaokullarının ikinci dünya savaşı sonrası, sosyal ve ekonomik koşulların da değişme-siyle ülke çapında yaygınlaşmaya başladığını hatır-latmakta yarar var. 2007 yılında Yunanistan’da ana-okulları zorunlu eğitim kapsamına alındı.

    Daha çok sanayileşmenin yoğun olduğu böl-gelerde kadınların iş hayatına atılmaları, coğrafi ve mesleki hareketlilik ve köyden kente göç nedeniyle ailelerin çocuklarını anaokuluna göndermeleri yay-gınlaştı. 1950’lere kadar tamamen bir tarım ülkesi olan Yunanistanda, okul öncesi eğitimin gelişmesi-ne yönelik olanaklar zaten kısıtlıydı. Fakat 1960’lar sonrası değişen sosyal ve ekonomik koşullar, ailele-rin eğitiminde de önemli bir rol oynadı. Yaşanan gelişme süreci o dönemde anaokullarına devam eden öğrencilerin sayıları incelenerek gözlemlene-bilir. Mesela 1960’ların başında anaokuluna giden öğrenci sayısı 40 bin civarındayken, 1970’lere ge-lindiğinde bu sayının iki katına, yani 90 binlere yaklaştığı görülmektedir. Bu süreç Batı Trakya’da ise sosyoekonomik ve politik nedenlerden ötürü çok farklı işlemiştir. Bölge ve özellikle azınlık neredeyse son 15 yıldır anaokul eğitimiyle tanıştı. Anaokulu eğitimi zorunlu eğitimi kapsamına alınınca azınlık eğitimi ile ilgili başta Lozan olmak üzere ulusla-rarası hukuk seviyesindeki antlaşmalarda yer alan maddeler üzerinde uzmanların farklı görüşleriyle karşılaşıldı. Mesela Müslüman Çocukların Eğitimi-ni Destekleme Programı sorumlularından Profesör Nelli Askouni, “Trakya’daki Azınlığın Eğitimi” adlı kitabında, uluslararası hukuk kapsamında, azınlık eğitimi konusunda anaokulları için anadilde eğitim

    hakkının öngörülmediğini, Lozan’ın 41’inci mad-desinin sadece ilkokuldan bahsettiğini, hatta daha sonra Türkiye ve Yunanistan arasında eğitim alanına yönelik getirilen düzenlemelerde (1951 Türk-Yunan Eğitim Antlaşması ve 1968 Kültür Protokolü) ana-okulundan bahsedilmediğini, daha çok getirilen düzenlemelerin ortaöğretime yönelik olduğunu be-lirtmektedir. Aynı konuda uzman Profesör Baskın Oran ise Lozan Antlaşması’nın 41’inci maddesine göre, İstanbul ve Batı Trakya azınlıklarının eğitim özerkliğinin olduğunu ve buna anaokulunun da ta-biatıyla dahil olduğunu söylemektedir.

    Çiftdilli eğitimle ilgili olarak sürekli dile getiri-

    len bir gerçek var ki, o da bir çocuğun anadilini iyi bilmeden başka bir yabancı dili iyi öğrenemeyece-ğidir. Bu çok doğru, çünkü çocuk ancak anadiline göre düşünürek başka bir dili öğrenebilir.

    Okul öncesi eğitimin 2007 eğitim ve öğretim ders yılından itibaren zorunlu eğitim kapsamına alınmasından sonra, anaokulları tartışması yoğun bir şekilde azınlığın gündemine oturdu. Azınlık çocuklarının devam ettiği devlet anaokullarına, yönetim, azınlıktan anaokul öğretmeni görevlendi-receğini belirtirken, azınlığın Batı Trakya Azınlığı Yüksek Tahsilliler Derneği gibi kuruluşları okul ön-cesi eğitim sisteminin de azınlığın özel ve özerk ya-pısına dahil edimesini talep etmekteler . Batı Trakya Azınlığı Yüksek Tahsilliler Derneği ve Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği gibi azınlık kuruluşları özel ve özerk azınlık anaokulunu talep ederken, yine azınlık içerisinden bir kısım ise azınlık oku-lunun tam belli olmayacak şekilde “çiftdilli okul” ifadesiyle taleplerini ileri sürmekteler. Bu konuda

    Anaokuluna azınlıksal bakış ve paradoks

    Aydın Bostancı[email protected]

    Genç bakış

  • Azınlıkça 5

    bir diğer görüşse tamamen devlet anaokulu’nun ol-ması. Bu sonuncusu zaten mevcut.

    Yukarıda ismini belirttiğim Müslüman Çocuk-ların Eğitimini Destekleme Programı sorumlula-rından Profesör Nelli Askouni’nin, Eylül 2006’da Alexandria yayınlarından çıkan “Trakyadaki Azınlı-ğın Eğitimi” başlıklı kitabı, özellikle azınlık eğitimi konusundaki araştırmacıların mutlaka kitaplıkla-rında bulundurmaları gereken bir çalışma. Bayan Askouni, okul öncesi eğitimle ilgili olarak kitabında çok ilginç bilgilere yer veriyor. Devlet anaokulları-na giden azınlık öğrencilerinin sayıları hakkında istatistiki bilgilere de kitapta yer veriliyor. Mesela 1994-95 eğitim yılında Batı Trakya genelinde azın-lığın ilkokul öğrenci sayısı 8.208 olarak belirtilir-ken, azınlık anaokul öğrencilerinin İskeçe ilinde 69, Rodop ilinde 43 ve Evros ilinde 32 olmak üzere, toplam 144 öğrencinin devlet anaokuluna devam ettiğini; 2002-2003 eğitim yılında ise, bu sayının neredeyse beşe katlanarak Batı Trakya genelinde anaokulu için toplam 784 öğrenciye ulaşıldığını belirtmekte. Ve bu artışa rağmen, ilkokul öğrenci sayısıyla kıyaslandığında, anaokuluna devam eden azınlık öğrencilerin sayısının yetersiz olduğu ifade edilmekte.

    Bu doğru, fakat bunda çiftdilli anaokulları-nın olmayışının büyük etkisi var. Dolayısıyla ister azınlık, isterse devlet anaokulu olsun (ki bu ayrı bir konudur), devletin her şartta çiftdilli anaokulu seçeneğini sunması gerekmektedir. Böyle bir uygu-lama için, başta Lozan olmak üzere Türkiye ile Yu-nanistan arasındaki ikili anlaşmalara göre hareket etme dışında bile pekala çağdaş Avrupa normları da yeterlidir.

    Öte yandan şunu da söylemekte yarar var. Dev-let anaokullarına azınlık ailelerinin çocuklarını göndermeleri, yine azınlık içerisindeki bir kesim tarafından yoğun şekilde eleştirilmektedir. Mesela günümüzde revaçta olan “mahalle baskısı” taktiğiy-le, azınlık basını da kullanılarak devlet anaokuluna çocuklarını gönderenleri hedef tahtasına oturtmak acaba ne kadar doğrudur? Zaten şu anda devlet anaokulu dışında herhangi bir alternatif yoktur. Bu sene eğitim-öğretim yılı başında yine azınlık bası-nında, ebeveynlerin çocuklarını devlet anaokuluna göndermemeleri çağrısında bulunulmuş ve gön-

    dermeyenlere uygulanacak 50 euro cezayı devletin tahsil edemeyeceği iddiasında bulunulmuştur. Tabii burada teknik bir ayrıntıdan bahsedilebilir. Çünkü Yunanistan’daki azınlık eğitimi 6 yılla sınırlıdır.

    Yani zorunlu eğitim, devlet okulunda okuyana 10 yıl iken, azınlık okulunda okuyana 6 yıldır. Böy-lece “azınlık ilkokuluna başlayacak bir öğrencinin, devlet anaokuluna gitme zorunluluğu bulunma-maktadır” savınını öne sürmektedirler. Bu konu ayrıca işlenmeye ve teferruatıyla incelenmeye açık bir mevzudur. Fakat herhalükarda çocuğunu devlet anaokuluna göndermek isteyen gönderebilmeli ve buna kimsenin karışmaması ve kişilerin tercihlerine saygı gösterilmesi gerekir. Asimilasyon ifadesi kulla-nılırken de dikkatli kullanılmalıdır.

    İşin bir diğer en enteresan yanı ise, azınlığın elit tabakasının neredeyse tamamı kendi çocuklarını devlet okullarına göndermeyi tercih etmektedir. Fakat normal bir azınlık insanı çocuğunu devlet okuluna gönderdiğinde, aynı tabaka tarafından “asimilasyon” tehdidiyle uyarılmaktadır. Biraz dü-rüst olalım. Öyle yazıldığı çizildiği gibi her şeyden asimile olunsaydı bu azınlık çoktan asimile olurdu. Mesela Batı Trakya Azınlığı Yüksek Tahsilliler Der-neği çatısı altında faliyet gösteren Genç Akademis-yenler Topluluğu devlet üniversitelerinde eğitim gö-ren ünivesiteli öğrencilerden oluşmakta ve ülkenin farklı şehirlerinde şubeler açmaktadır. Bu çocuklar Yunanistan devlet üniversitelerinde okudukları hal-de neden denildiği gibi kolayca asimile olmadılar?

    Devlet anaokuluna, ortaokulu ve lisesine ve üni-vesitesine gitmekle asimile olunacağını iddia etmek pek gerçekçi bir yaklaşım olmasa gerekir. Bu sadece ve sadece bir tercih meselesidir. Azınlık kendi içe-risinde bu konuda birbirini eleştirmemeli, herkesin tercihlerine saygı gösterilmelidir.

    Şu konuda azınlık hemfikirdir. Anadilde eği-tim hakkına anaokullarında da sahip olunmalıdır. Elbette böyle kısa bir yazıda böylesine çetrefilli bir konuyu tam olarak anlatabilmek mümkün değil. Fakat hiç değilse şu gerçeği söyleyerek yazımı bitire-yim. Hangisi olmuş hiç önemli değil, her halükarda azınlığın çiftdilli anaokulu talebi doğal ve makul bir taleptir.*

  • 6 Azınlıkça

    Aşağıda size bir haberi okutacağız.7 Ocak 2009 tarihinde Tekirdağ’da Dr. Sadık Ah-

    met Köprüsü, TBMM Başkanı Köksal Toptan’ın katı-lımıyla törenle hizmete girdi. Köksal Toptan, açılışta yaptığı konuşmada şöyle dedi:

    “Benim için böylesine bir törende bulunmak çok yönlü anlamlar ifade etmektedir. Bunlardan bir tanesi, kuşkusuz, bu yöreye, iki mahalleyi birbirine bağlayan bu köprünün vatandaşlarımıza hizmet verecek olması-dır. İkincisi, bu köprünün adından kaynaklanır. Dr. Sa-dık Ahmet, Türk dünyasının, Batı Trakya Türklüğünün önder isimlerinden bir tanesidir. Ama Dr. Sadık Ah-met, benim için, adı gibi bir sadık arkadaştı, bir dost-tu, bir kardeşti, bir can parçasıydı. Onun için onun adı geçen her yerde benim içim titrer ve gururlanırım... O gerçekten bizim için, Türklük için, dünya Türklüğü için bir bayrak isimdi. Kadirşinas milletimiz, yerel yö-netimlerimiz, Türkiye’nin her yerinde bir önemli esere onun adını vermek suretiyle vefa göstermenin yanında çok ta anlamlı ve büyük bir hizmet yerine getirmekte-dir. Bu isimleri yalnızca Batı Trakya’nın değil, Türk dünyasının tanıması lazım. Bu isimleri sadece bizim değil, gelecek kuşakların da bilmesi lazım. Tekirdağ belediyesinin bir vefa duygusuyla yaptırdığı, ismini verdiği bu köprü hizmet verdikçe Sadık Ahmet ismi ya-şayacak ve buradan geçen Yunanlılar Sadık Ahmet’e Tekirdağ ve Türkiye’de ne şekilde sahip çıkıldığını görmüş olacaklar. Bu nedenle anlamlı bir köprünün açılışında hep beraber bulunuyoruz. Bu nedenle sayın Ahmet Aygün’e ve çalışma arkadaşlarına teşekkürle-rimi, şükranlarımı sunmak istiyorum. Dileğim, Batı Trakya’nın, Türkiye’mizin, bütün Türk dünyasının böyle liderler yetiştirmesidir. Böyle liderler bizi iste-diğimiz, umduğumuz, hayal ettiğimiz hedeflere, Büyük Türk Devletine götürür....”

    ***Şimdi, bir anavatan politikacısı ile çatışma ve

    TBMM Başkanı Köksal Toptan Batı Trakya Ergenekon’unu savunuyor

    istenmeyenler listesindeki yerimizi sağlamlaştırma pahasına da olsa, kendi kendimizle temel bir tutar-lılık içinde azınlık gerçekleri ve tarihi adına bu yu-karıdaki konuşmayı eleştirip kınamamamız müm-kün değil.

    Köksal Toptan, Türk Azınlığının Derin Devlet-Ergenekon güdümüne sokulduğu, Türkiye ile iliş-kilerinin en karanlık, en korkulu, Azınlık için en travmatik 1986-96 dönemini aklamaya ve meşrulaş-tırmaya çalışıyor. O akıl almaz müdahelenin yol aç-tığı bunalımdan toplum olarak yeni yeni kendimize gelirken, fakat Azınlıktaki genç kuşaklar üstündeki yozlaştırıcı etkisini ve dayattığı değer anarşisini hâlâ şiddetle hissederken. Böylece, sanki, “Bir kez daha asla faşizm!” diyerek lanetlediğimiz o dönemin geri gelebileceğini anımsatıyor bize Köksal Toptan. Batı Trakya Ergenekon’unu savunuyor.

    Türkiye’deki Ergenekon kötü, Batı Trakya’daki iyi olamaz.

    Sadık Ahmet, Derin Devlet-Ergenekon’un Türk Azınlığına zorla diktiği ve azınlık çıkarla-rı ile hiçbir ilişkisi olmayan amaçlarda kullan-dığı kişidir. “Lider”se, Azınlığın değil, olsa olsa Ergenekon’undur.

    Sonra, “böyle liderler bizi hayal ettiğimiz Büyük Türk Devletine götürür” demek te ne ne demek? Bu ne biçim sayıklamadır! Bir Batıtrakyalının Köksal’ın hayal ettiği “Büyük Türk Devleti” oluşumuna, ney-se bu, ne katkısı olabilir? Bunun ne biçim çağrışım-lara meydan vereceğini düşünemiyor mu?

    Ayrıca Köksal, “buradan geçen Yunanlılar Sadık Ahmet’e Türkiye’de nasıl sahip çıkıldığını görecek-ler” diyerek Yunanlılarla maytap oynuyor ve onları tahrik ediyor.

    İstanbul’da Patrikhanenin önünden geçen so-kağa “Sadık Ahmet” adının verildiği gibi. Maytap oynamak ve tahrik etmek.

    Dengeİbram Onsunoğ[email protected]

  • Azınlıkça 7

    ***Konuyu güncelleştirelim.Türkiye’deki “Ergenekon” oluşumu ile ilgili if-

    şaatı ve gelişmeleri izliyoruz. Çoktandır gündemde olan “Derin Devlet” yapılanmasının bir tezahürü bu. “Susurluk”, konuyu geniş tartışmaya açan ilk tezahürüydü.

    “Derin Devlet, Susurluk ve Ergenekon”, özetle, “devlet içinde çete kurmak” gibi ortak bir suçla-mayla karşı karşıya.

    “Devlet çetelerinin” kuruluşu, devletin ve reji-min güvenliği uğruna, teröre, Ermeni sorununa ve PKK’ya, ayrıca irticaya karşı mücadele ile gerekçe-leniyor.

    Bir başka deyişle, başlangıçta misyon “millî” olarak gösteriliyor. Amaç, onları devletin açıkça ya-pamadığı kirli işlerde kullanmak. Yani devlet temiz, çeteler kirli.

    Şimdi, her otoriter, antidemokratik ve iki yüzlü devlet yapılanmasının zaman zaman başvurduğu yollar belki bunlar, yalnızca Türkiye’ye özgü değil. Hele bir devlet, Türkiye gibi güvenlik sorunlarıyla karşılaşıyor ve bunların çözümü için demokratik yöntemler yerine otoriter olanları seçiyorsa.

    Türkiye’ye özgü yanı, olayın genişliği, derinliği ve yaygınlığı. Ve işlenen korkunç cinayetler, “faili meçhuller”, santajlar, ağır adi suçlar. İyice mafya-laştıktan sonra bile “millî çetelerin ve millî tetikçi-

    lerin” sorgulanıp yargı önüne çıkarılması yönünde siyasî irade yokluğu veya eksikliği.

    Konuyu baştan alalım. “Devlet çetelerinin” ku-ruluşu, devlet erki kullanan kurumların, hiç olmaz-sa bunlardan bazı birimlerin, isterseniz münferit yetkililerin deyin, bilgisi, onayı, yönlendirilmesi, doğrudan katkısı, kararı, desteği ve örtüsü dışında gerçekleşmiş olamaz. Nasıl olmuşsa olsun, hepsi so-rumlu. Atatürk’ün hayal ettiği batı demokrasisinin büyük açığı.

    Bu çeteler, istihbarat teşkilatı gibi bir şey. Ama yasal ve resmî değil, gayriresmî ve yasadışı, gizli, denetimi belirsiz, başına buyruk hareket edebilen, yaptıklarından hesap vermeyen, yasadışı faaliyetleri ortaya çıkınca devlet tarafından örtbas edilen. Tabiî bütün bunlar bir noktaya kadar.

    Bu nokta, bir tesadüf eseri, Susurluk’ta aşıldı. Ardından Meclis araştırması, yargı derken, üstüne kapak çekildi. Mesut Yımaz, “devletin âli menfa-atleri” için Susurluk’u örtbas etmeye nasıl katkıda bulunduğunu şimdi itiraf ediyor.

    Bu nokta şimdi de Ergenekon’la aşıldı. AK Parti iktidarı, laiklik ve cumhuriyet elden gidiyor iddia-sıyla kendisine karşı girişilen darbe hazırlığının ve darbe amaçlı provokasyon ve terör hazırlıklarının ciddi boyutlara ulaştığını görünce olayın üzerine gitti. Tutuklanan emekli ve muvazzaf subaylar, ulu-salcılar, adı Susurluk’a karışmış kişiler, ve yargılama

  • 8 Azınlıkça

    başladı. Bu kez örtbas etme çabaları daha bir şiddetle yü-

    rütülüyor, İslamcı hükümet daha kararlı göründüğü için. Ama bu arada Ergenekon’a ve devlet çetelerine atfedilen geçmişteki adam öldürmeler, santajlar ve provokasyonlar da çorap ilmiği gibi sökülmeye baş-ladı, bunları örtmek pek kolay olmasa gerek.

    Yine de Derin Devlet yapılanmasından Türkiye’nin kurtulması pek mümkün görünmüyor. Zira ilerici, laik ve kemalist diye bildiğimiz elit ve yönetici sınıfların büyük bir bölümünde kültür ol-muş. Bu kültürden AK partili önde gelenlerin bir bölümü de muaf değil.

    “Ergenekon içimizde.”Ergenekon’un bir de yurtdışı uzantıları var.

    Bunlar, “malum ve makul” nedenler yüzünden araştırılmayacaktır.

    Batı Trakya uzantısı var. Bunu Türkiye’de araş-tırmak “yasak”. Biz araştırmazsak, Batıtrakyalılığı-mızı inkâr etmiş olacağız.

    Batı Trakya uzantısı, birkaç kez değindiğimiz gibi, Susurluk’ta Abdullah Çatlı ile Sadık Ahmet ilişkisinin ifşa edilmesiyle öğrenildi. Elimizdeki somut bilgiler pek az: Sadık Ahmet’in Çatlı’yla Almanya ve İstanbul’da sık sık buluştuğu bilini-yor. Bilinenler arasında, Sadık’ın İzmir’de bir işini yapmak için Çatlı çetesinden yardım istediği ve çetenin tehditiyle işini yaptığı, Sadık’ın ölümünde Çatlı’nın Gümülcine’ye gelmeyi göze alıp cenaze törenine katıldığı gibi kanıtlı olaylar var. Adı birçok adam öldürme olayına ve daha bir sürü uyuşturucu kaçakçılığı dahil adi suça karışmış en ünlü “devlet çetecisi” Abdullah Çatlı ile Sadık Ahmet ilişkisinin içeriği “açık bir muamma”.

    Ama bu ilişki, Sadık’ın unutulması şöyle dur-sun, tümsel bir muvafakat içinde Türkiye’deki ünü-nün gittikçe daha da artmasını sağlıyor. Ölmeyen Ergenekon ruhunun zaferi!

    Ergenekon liderlerinden biri olarak gösterilen eski JİTEM başkanı emekli general Veli Küçük’ün karargâh olarak kullandığı yerlerden biri de, İske-çe Şahin kökenli Süleyman Sefer’in sahibi olduğu “Yeni Batı Trakya” dergisinin bürosu. General Kü-çük derginin yazı kurulunda yer alıyor ve orada ya-zılar yazıyor.

    Ergenekon patlak verince, MGK genel sekrete-ri eski Atina büyükelçisi Burcuoğlu’nun Süleyman Sefer’i ödüllendirmeye koşması, Batı Trakya uzan-tısının dokunulmazlığını ilan ediyordu. (Köprü açılış töreninde Burcuoğlu da hazır bulunuyordu.) Bunun sonucunda binlerce sayfalık Ergenekon id-dianemesinde karargâh olarak kullanılan dergi bü-rosundan hiç söz edilmediği gibi, her yer tiftik tiftik edilirken orada kabaca bir araştırma bile yapılmadı-

    ğı anlaşılıyor. Bu da Ergenekon’un bir başka zaferi. Sorgulanırken bile dayatıyor.

    KKTC cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Mehmet Emin Aga’nın ta Kıbrıs’a gidip ulusalcı tarafın saf-larında ve Mehmet Ali Talat aleyhinde propaganda yapması da Ergenekon’un bir işiydi. Yine Aga’nın Ergenekon liderlerinden biri olarak gösterilen Doğu Perinçek’e ödül vermesini (nereden nerereye) aynı çerçeve içine almak gerek.

    ***BT Türk Azınlığı, 1986-96 yılları arasında De-

    rin Devlet-Ergenekon güdümüne sokuldu. Tarihler tahminîdir, uygulamalardan ve yaşananlardan çıka-rılmıştır, dolayısıyla ne başlangıç tarihi ne de son buluş tarihi kesindir. Bu yaklaşık 10 yıl, Azınlığın Türkiye ile ilişkilerinde en karanlık, en korkulu, azınlık koşullarında Ergenekon terörünün kol gez-diği, en travmatik bir dönemdir.

    Sadık Ahmet te, bu terörü en kinik bir şekilde uygulayan, Azınlığa Ergenekon dikmesi bir kişidir; Türkiye ve Batı Trakya’da yürütülen eşi görülmedik bir kampanyadan ve korkunç bir psikolojik savaş-tan sonra. Onun “azılıkçılık ideolojisini” kendi ifadeleriyle şöyle özetlemek mümkündür: “Ben po-litikadan anlamam, bana var mı para kazanmak.” Bu ilkesini nasıl uyguladğına dair özdeyişi: “Bizim Azınlık kazıklanmaktan anlar.” Daha sonra, “lider” olarak dayatıldıktan sonra, politik söyleminden seç-meler: “Ben o azınlık solcularının Türkiye’de ayak-larını kırdırtacağım. Bana oy vermeyenleri sınırda MİT arabası bekliyor. Kara Listedikelerin sayısı iki yüzden iki bine çıkarılırsa Azınlık rahat edecektir. Partili azınlık adayları KİP (Yunan İstihbarat) aja-nıdır. Hülya Emin haindir. Mehmet Emin Aga’ya: Ben seni, seni besleyen yerlerin eliyle terbiye ettire-ceğim. Hasan Hatipoğlu için: O moruk, 70 yaşına basmış o moruk ne karışıyor! Ben daha 46 yaşında-yım. Avukat Hasan İmamoğlu için, onun müşteri-lerine hitaben: O gâvurcuya gitmeyin!...”

    Siz kimi kandırıyorsunuz sayın Köksal?Bir Devlet Çetesi mensubu, bir demeci yü-

    zünden öfkelendiği eski başbakanlardan Mesut Yılmaz’ı ta Budapeşte’de korumasız bulup ona bir yumruk atmış ve burnunu kırmıştı. Bizimkisi de aynı; Mehmet Emin Aga yüzünden İskeçe’de kavga ettiği Başkonsolos Hakan Okçal’ı Türk parlamen-terler önünde “Ben de seni Türkiye’den geldiğin köye sürgüne göndermezsem, bana da Sadık Ah-met demesinler.” diye tehdit etmişti. Ergenekon bu sana. Yapar mı yapar.

    Hiçbir Toptan Köksal, bu azınlık gerçeğini top-tan ve kökten değiştiremez. Ne köprü kurarak ne cami açarak.

  • Azınlıkça 9

    KubbealtıHakan Mü[email protected]

    Dil, toplum, sanatDil yaşam için gerekli olan en önemli etkinlik-

    tir. Dil, duygu ve düşüncelerimizi anlatmakla kal-maz, aynı zamanda insanlarla iletişim kurmamızı da sağlar. Dil bir de, Tülay Çellek’in de belirttiği gibi geçmişe bağ, geleceğe köprüdür. Bu nedenle birçok alanın konusu olmuştur dil; felsefe, mantık, psikoloji, sanat gibi.

    Dil üzerine birçok yorumlar yapılmış, fikirler belirtilmiştir. Genelde varılan nokta hep şu olmuş-tur; “Bir dil, bir insan.” Doğrudur... Dil bizi hayata bağlar, özgür kılar, yitirilirse özgürlük de yitirilir. Eğer diliniz zenginse, siz de zenginsiniz demektir. Düşünceleriniz, ruhunuz çevrenizi etkiler, duygu ve hayal gücünüz daha bir netlik kazanır.

    Düşünce dille anlam bulur, netleşir ve başka-larına aktarılır ve bir toplumda düşünce gelişirse, o toplumun dili de gelişir. Toplumları, ulusları birbirinden ayrı kılan, onlara kimlik kazandıran da yine dildir. Dış görünüşler değişebilir; gençlik gider yaşlılık gelir, bu yıl giydiklerimiz gelecek yıl moda olmayabilir ve yeni kıyafetlere ihtiyaç duya-rız o zaman. Ancak dil kendi özgün yapısı içinde yok olmaz, gereksinmelere göre değişir, gelişir. Bir başka deyişle, dil insanın gelişimini sağlar. Toplum geliştikçe kavramlar da gelişir ve dil nereye giderse insan da, oraya gider.

    Dil hakkında bir de şunu söyleyebiliriz; dil ulu-saldır ve insana özgüdür. Bir kültür yaratma da dil-den geçer. Dil gelişimi kültürün de gelişimidir. Her toplumun kendi özellikleri, özdeyişleri, deyimleri, şiirleri vardır. Bu durumda, dil görüş çeşitliliğidir.

    Buraya kadar size dilin insan hayatındaki öne-mini aktarmaya çalıştım. Şimdi dilin bir başka yü-züne değinmek istiyorum; sanat diline...

    Sanatçının dili ne kadar zengin ya da kuvvetliy-se, sanatı da o kadar zengin ve sağlam olur. Dünya görüşünde de çok büyük farklılıklar ortaya çıkar; politikacıların başaramadığını “dostluk” ve “barış” gibi insancıl değerleri bu sanatçılar başarır. İnsanlar son yıllarda sanata değer vermese de, sanat insana insan olduğu için değer verir. Sanat insanı etkile-mek için vardır. İnsan da ondan haz almalıdır.

    2004 yılında Sapanca’da yapılan “Uluslararası Şiir Akşamları” etkinliğine katıldım. Çok değerli şairler vardı. İlhan Berk de oradaydı. Bir sohbet anında bizim Yunanistan’dan geldiğimizi öğrenin-ce, şu soruyu yöneltti bize; “Yunanca şiir yazıyor musunuz?” Cevabımız “Hayır!..” oldu. Çok şaşırdı. “Ama biz, Batı Trakyalıyız...” diyecektik, sözümüzü kesti ve “Yazmalısınız, yazmalısınız...” dedi.

    İlhan Berk bugün aramızda yok. Ama onun o günkü sözleri hala kafamın bir yerinde. Azınlık olarak bugüne kadar acılarımızı, sıkıntılarımızı, uğradığımız haksızlıkları hep Türkçe anlattık, ge-rek şiir aracılığıyla, gerek öykülerle, romanlarla... Kime anlattık? Kendimize. Kızdık; kızgınlığımızı yine kendimize anlatttık. Ezildik; ezikliğimizi yine kendimize anlattık. Bir türlü kabuğumuzdan dışarı çıkamadık. Oysa dertlerimizi, acılarımızı Yunanca da anlatsaydık ne olurdu ki?.. Bizi anlamaya çalışan kişilerin, acılarımızı paylaşacakların sayısı artmaz mıydı?.. Öyle zannediyorum ki, durum bugünkün-

  • 10 Azınlıkça

    den çok daha farklı olurdu. Olumlu yönden söylü-yorum bunu.

    Ancak bizde eskiden kalma bir zihniyet var; “Yunanca konuşma!”, “Yunanca yazma!” Bu zihni-yet bizi nereye götürecek. Yunanistan’da yaşıyoruz. Yunanlıya derdimizi anlatmayacağız da kime anla-tacağız? Hakkımızı kimden isteyeceğiz, ya da kim-den arayacağız? Neyse ki, eskiden kalma bu zihniyet son yıllarda gençlerimiz tarafından benimsenmiyor. Gençlerimiz her şeyin farkında; bir “umut çiçeği” onlar...

    Konum Yunanca şiir yazıp yazmamamızdı. İb-ram Onsunoğlu “Şafak” dergisinde yanılmıyorsam, Yunanca’dan Türkçe’ye birkaç şiir tercüme etmişti. Daha sonraları Şefaat Ahmet Yunanca şiirlerle dolu bir şiir kitabı yayımladı ve son olarak da Şefaat’in babası Dr. Hasan Ahmet. Ne güzel!.. Keşke hepimiz o bildiğimiz Yunanca ile acılarımızı, dertlerimizi, sı-kıntılarımızı “çoğunluğa” anlatabilsek. Eminim ki, o zaman “çoğunluk” da bizi daha iyi anlayacak. Po-litikacılardan değil, sivil toplumdan söz ediyorum. Dilden başka insanı insan yapan “vicdan” meselesi de var. Bu yüzden diyorum, sivil toplum.

    Yerel Türkçe basında da durum aynı. Azınlık ga-zetecilerinin Yunanca bir makalesini ya da bir köşe yazısını gazetelerinde okumuş değilim. Gazetelerin-de yalnız birkaç Yunanca ilan var, o kadar.

    Neden Yunanca yazmıyoruz? Önemli bir soru kanımca. Mesele “iyi derecede Yunanca bilmiyo-ruz” meselesi değil. Başka etkenler olmalı işin için-de... Aklı başında her insanın böyle düşündüğünü biliyorum. “Dil nereye giderse, toplum da oraya gider” korkusunu yenelim artık.

    Neden Yunanca yazmıyoruz? Önemli bir soru kanımca. Mesele “iyi derecede Yunanca bilmiyoruz” meselesi değil. Başka etkenler olmalı işin içinde... Aklı başında her insanın böyle düşündüğünü biliyorum. “Dil nereye giderse, toplum da oraya gider” korkusunu yenelim artık...

    ww

    w.az

    inlik

    ca.o

    rg

  • Azınlıkça 11

    Azınlık, Empati, EtnisiteAzınlıklar konusunda duymuş olduğum en hoş

    fıkra şöyle: Kekeme bir adam sokakta birine adres sorar, ‘pa-pa-pardon, ra-ra-radyoooo evi ne-ne-nerede?’ diye. Amacı spikerlik sınavına girmekmiş. Radyo evini gösteren adam hayret ve merakla ke-kemenin sınavdan çıkışını bekler. Birazdan spiker adayımız öfkeden titreyerek, yüzü kıpkırmızı kapı-dan çıkar: ‘Na-na-namussuzlar, heeeepsi a-a-a-anti-semit bunlar!’ diye söylenmektedir.

    Bu fıkrayı unutmamaya çalışırım, çünkü benim gibi azınlık üyelerinin aşırı duyarlılığını, hatta bir kusurunu, kompleksini şaka yollu hatırlatmakta-dır. Azınlık üyeleri çoğunluğun onları dışlandığına, empati yapmadıklarına inanırlar. Doğrudur bence. Azınlıklar genellikle haksızlığa uğramışlar, kimi za-man korkutularak sindirilmişler, en temel hakları ihlal edilmiş ve genel olarak eşit vatandaş sayılma-mışlardır. Dolayısıyla azınlıklardan yana olmak do-ğal bir reflekstir. Durum, çocuklardan yana olmak gibi bir şey. Kocaman adamdan dayak yiyen çocuk-tan yana olmak doğal gelir insana. Ama bu konuda da dikkatli olmamızı hatırlatan çok sevdiğim başka bir fıkra var.

    Küçük çocuk, çocuk bahçesinde oyuncak ata binmiş bir türlü inmiyor. Annesi çırpınıyor. Eve dönmemiz gerekiyor diye ağlamaklı. Çocuğu çekiş-tiriyor ama velet direniyor. O an oradan geçmekte olan ünlü pedagog profesör Sigmund araya giriyor ve eğilip çocuğun kulağına bir şeyler söylüyor. Ço-cuk hemen attan iniyor, annesini elinden tutuyor ve eve yöneliyor. Durumu seyredenler pedagoga hayran. İşte, çocuğu bilmek buna derler, diyorlar.

    Aferin! Ne dediniz diye sorduklarında da ‘in oradan it oğlu it, yoksa seni şimdi eşek sudan gelinceye ka-dar bir güzel pataklarım, dedim’ diyor.

    Azınlık ve empati Bu ikinci fıkrayı bir pedagoji kitabında oku-

    muştum. Genel ilkeler iyidir de, her geçerli genel-lemenin eksiklikleri de olabilir anlamındadır bu hikaye. Çocuklar ve azınlıklar desteklenmeli kuş-kusuz. Ama her mağdur grubun kusurları ve so-rumlulukları da var. Empati yokluğu çoğunluk ka-dar azınlığın da bir eksikliğidir. Ötekileştirilmişler başkalarını ötekileştiriyor olabilir, örneğin. Aslında empati eksikliği (veya varlığı) bir grubun, bir sınıfın veya bir kimliğin özelliği değildir, kişisel bir olay olabilir, herhangi bir bireyde görülebilir.

    Empati kendimizi başkasının yerine koyabil-mektir. İnsan beyninin nasıl çalıştığını araştıran bilim adamlarının bulgularına göre bu beceri yal-nız insana özgüymüş. İnsanlar ötekinin yerine gi-rip onun nasıl düşüneceğini düşünebilirler. Bunun olumlu bir sonucu ‘şefkat/acıma’ gibi duyguların ortaya çıkmasıdır. Olumsuz yanı, ‘aldatma’ ve ‘ya-lan’ gibi davranışların da ortaya çıkması. ‘Ben X davranışında bulunursam öteki Y biçiminde dü-şünecek ve ben onu istediğim yöne yönelteceğim’ diye düşünebilir aldatan insan. Hayvanlar koşullan-dırılmıştır: Ben X yapsam öteki Y yapar diye ‘düşü-nürler’. Bilinçli bir biçimde yalan söyleyen köpek veya kedi hiç gördünüz mü? Ama her insan da tam olarak empati yeteneğine sahip olmayabilir. En aşırı uçta örneğin, kendilerini başkalarının yerine koya-mayan otistik kimseler bulunur. Bu ‘anormalliğin’

    Herkül [email protected]

    Algı(lamak)

  • 12 Azınlıkça

    psikolojiden değil, nörolojik işlev bozukluğuna bağlı bir davranıştan, beyindeki temporal lobdaki bir işlev bozukluğundan kaynaklandığını gösteren araştırmalar vardır. İki uç arasında da bir sürü insan bulunur.

    Empati eksikliği ve ilgili sorunlu davranışlar herhangi bir bireyde ve doğal olarak azınlık üyeleri arasında da görülür. Bu tür sorunlar azınlıklar için-de farklı eksenlerde/alanlarda yaşanır. Örneğin, en yakın insan ilişkilerinde, yani aile içinde veya dost-lar arasında yaşananlar çoğunluk üyelerinde görülen karşıt ‘kusurlardan’ pek farklı değildir. Azınlıklar çuvaldızı Öteki’ne batırmadan önce iğneyi kendile-rine batırırlarsa, azınlık/çoğunluk sürtüşmesinde de eksiklikler sergilediklerini göreceklerdir. Etnisite/milliyetçilik bağlamında görülen empati eksikliği kusurları en önemli olanıdır.

    Milliyetçi nedenler yüzünden azınlıklara hak-sızlık edenlerin varlığı, azınlığın bu ‘hastalıktan’ uzak olduğu anlamına gelmez. ‘Kimliğimize say-gısızdırlar’ diye sitemde bulunan azınlık üyelerinin “Öteki’ne karşı saygılıdırlar, bu alanda empati ya-pıyorlar” demek değildir. Kısacası, haksızlığa uğra-yan, ille de haklıdır demek değildir demeye getiri-yorum. Zaten kavgalı ‘taraflara’ dikkatle bakarsak, tarafların azınlık/çoğunluk olarak ayrılmadıklarını görürüz. Taraflar başka bir temelde oluşmuş: Bir yanda belli bir ideolojiyi benimsemiş hem azınlık-tan hem de çoğunluktan olan kimseler vardır, öte yanda ise, başka bir dünya görüşünü benimsemiş yine hem azınlıktan hem de çoğunluktan olanlar.

    Başka türlü söylersek, azınlık sorunu bir siyasi ve ideolojik kavganın bir görünümüdür. ‘Azınlık sorunları’ bundan dolayı ideolojinin ve milliliğin ve fobilerinin bir bahanesine dönüşmektedir. Azın-lığın mağduriyetinden söz edenler de, kimi zaman kendileri bu tür mağduriyeti doğuran ideolojinin en inançlı temsilcileridirler. Tutarlı olmak isteyenler (tutarlılığı dert edinmeyenler başka bir yazı konusu olabilir) Öteki’nin milli önyargısını eleştirirken iki şeyi de aynı anda yapmaya da çalışmalıdır: A) Em-pati yapıp Öteki’nin de kendilerine ne denli ben-zediğini görmelidir. Gördüğünde hem daha hoşgö-rülü olacak hem de kendileri değişecektir. B) Yine empati yapıp kendilerine başkasının gözüyle bak-maya çalışmalıdırlar. Buna aynaya bakmak da der-

    ler. Ne denli çirkinsek de bakmalıyız aynaya, ayna kendimize çeki düzen vermek için yararlı olabilir.

    Bu fıkralı yazıyı biraz gülmemiz – en azından gülümsememiz – için de yazdım. Kendimize gü-lebilmek, empatik bir olaydır, kendimizi muhay-yel bir kimsenin yerine koyup kendimize belli bir mesafeden bakmakla ilgilidir. Ağlamamak için de güleriz halimize bazen.

    *

    Zaten kavgalı ‘taraflara’ dikkatle bakarsak, tarafların azınlık/çoğun-luk olarak ayrılmadıklarını görürüz.

    Taraflar başka bir temelde oluş-muş: Bir yanda belli bir ideolojiyi benimsemiş hem azınlıktan hem

    de çoğunluktan olan kimseler vardır, öte yanda ise, başka bir

    dünya görüşünü benimsemiş yine hem azınlıktan hem de ço-

    ğunluktan olanlar. Başka türlü söylersek, azınlık sorunu bir

    siyasi ve ideolojik kavganın bir görünümüdür. ‘Azınlık sorunları’

    bundan dolayı ideolojinin ve milliliğin ve fobilerinin bir baha-

    nesine dönüşmektedir. Azınlığın mağduriyetinden söz edenler de,

    kimi zaman kendileri bu tür mağduriyeti doğuran ideolojinin

    en inançlı temsilcileridirler...

  • Azınlıkça 13

    Azınlıkça’nın 2005’teki 7’nci sayısında, mealen, Batı Trakya’daki müftülük sorununun özünde şer’i yetkilerin varlığının yattığına, laik Türkiye’nin bu konudaki tavırsızlığının ilginçliğine değinmiştim. Her konuda “karşılıklılık” isteyenlerin, Türkiye’de Medenî Kanun’un 1926’da kabulüyle gayrimüs-limlerin de Lozan’ın ilgili maddesinin ilgili parag-rafından vazgeçmelerine rağmen (bu vazgeçme de çok ilginçtir! Bir gün değiniriz…) Batı Trakya ve Yunan Medenî Kanunu konusundaki sessizliklerin-den bahsetmiştim. Yunanistan’ın müftü seçimine izin vermemesinin resmî gerekçesi de malûm, müf-tülerin İslam hukukundan kaynaklanan yargıçlık yetkileridir. Laik olmayan bir ülkenin bu gerekçesi de ayrıca tartışılmaya muhtaçtır.

    Yazıma yönelik eleştirilerden biri, şer’i yetkilerin kağıt üzerinde kaldığı, pratikte mevcut olmadığıy-dı. Oysa varlığını bizzat İbrahim Şerif 2004’te Göz-de Kılıç Yaşın’a şöyle tarif ediyordu: “Müftülüğün Batı Trakya’da kadılık görevi var. Yani nikah kıyma, boşama, miras hukukunu yapma, vasi tayin etme, nafaka tayini, vakıfları kontrol, eğitimi kontrol gibi yetkileri var. Bunların hepsi müftünün elinde.”1

    1920/2345 sayılı kanun da bunu tanımlıyor zaten:

    “Madde 101. Müftüler şer’i görevlerini yapmakla yükümlü

    oldukları gibi bölgeleri içindeki cemaatlerin eğitim ve öğretim işleri ve din işleriyle uğraşan kimseleri denet-lemek de yetkileri içindedir. Bundan başka, cemaat idareleri tarafından yönetilen evkaf gelirlerini de de-netleyebilirler.

    Müslümanlar arasındaki ‘nikah, boşanma, na-faka, vasilik, velilik, miras, sagir-i mümeyyiz’ gibi mesele ve davaları halletmek de müftülerin görevleri içindedir.

    ‘İslam Aile Hukuku’ kanunlarında belirtilen her mesele için rey vermek yetkileri arasındadır.”

    Oysa, bu hukukun uygulanması ile gerçek ha-yatın kurallarının çatıştığı, vicdanları rahatsız ettiği durumlarda bu konular sık sık Yunanistan kamuo-yunun gündemine geliyordu. Hatırlanacak olursa, küçük yaşta bir kızın evlendirilmesi üzerine birkaç yıl önce bir tartışma patlak vermişti. Mart ayında Ta Nea, miras paylaşımı ile ilgili bir haber yapmıştı.2 Bugünlerde de Koyunköylü çiftin boşanma mace-rasıyla, müftünün yetkileri tekrar gündemde…

    Bu konuda gittikçe sıkışan Yunanistan, önümüz-deki süreçte bir adım atmak zorunda kalacak gibi gözüküyor. Müftü seçtirmeme politikasını daha fazla sürdürebilmesi olanaklı değil. Çok açık ki bu politika, selim azınlığı devlete karşı radikalleşmeye itiyor; açılım iddialarına gölge düşürüyor. Basından anlaşıldığı kadarıyla, Yunanistan Dışişleri Bakanlı-ğı, azınlığın müftülerini seçme isteğini, yargı yetki-sinin kaldırılması koşuluyla gündemine almış. Bu konuda Türkiye ile pazarlık başlamış. Milletvekili Çetin Mandacı, bu konudaki görüşlerini Embros gazetesine açıklamış: “Müftünün azınlık tarafından seçilebilmesi için, yargıçlık yetkilerinin kısmî ola-rak kaldırılması gerektiğine inanıyorum.”

    Eğer Ankara’da, Batı Trakya’da, “dinin azınlığı birleştirmek için gerekli rolünü tamamladığı” şek-

    Müftünün yetkileri tartışması

    Elçin [email protected]

    Yolcu

  • 14 Azınlıkça

    linde bir politik karara varılırsa, şer’i yetkilerden vazgeçilebilir. Ama bu “feragat”, “Lozan’ın eskiliği” ya da “değiştirilebilirliği” gibi bir tartışmayı da baş-latabilir.

    Her ne olursa olsun, bu önemli sorunun taraf-ların varacağı bir uzlaşmayla sonuçlanması cemaa-tin gerginliğini azaltır; Yunan devletinin bir adım attığını görmek, uzlaşmazlık nedeniyle sertleşenle-rin bir kısmını rahatlatır. Bu değişiklik kuşkusuz müftünün nasıl seçileceği tartışmasını da günde-me getirecektir. O zaman, son yıllardaki gibi, cami cemaatinin (yani sadece camiye giden erkeklerin) tekelinde olan bu duruma kitlesel bir çözüm arayı-şına girilir ve hem kadınların katıldığı hem de daha demokratik bir seçim formülü bulunabilir.

    Gerçek bir seçimle gelmek müftülük kurumunu değişikliğe uğratır mı? Bunu süreç gösterir: Müftü ya sadece dinî konularla uğraşan “ruhanî bir lider” olur, ya da şu andakinden daha da fazla siyaset ya-par. Seçimle gelmek, siyasetle uğraşmakta müftüye bir meşruiyet sağlayabilir. En azından müftü bu söylemi kullanabilir.

    Her şeyin yerli yerine oturabilmesi, azınlığın Yunanistan’ın yıllardır uyguladığı baskı politikası-nın yaşanmasına engel olduğu azınlığın laikleşmesi sürecinin hızlanmasıyla yakından ilgilidir. Müftü-lük sorununun çözümü, azınlığın günlük yaşamın-da, devletle ilişkisinde ve “bu dünya” ile ilişkisinde dinin rolünü sorgulamasını, gözden geçirmesini kolaylaştırabilir. Bunun doğal bir sonucu olarak, o zaman, cemaatin işlerinde bir ayrıştırmaya gidilebi-lir. Din görevlileri, gerçekten dinî işlerle uğraşırken, “siviller” azınlığın din dışı konuları için (vakıflar, eğitim, devletle ilişkinin sağlanması vb.) belki lider-ler çıkarır, belki kurullar oluşturur. Kendi bileceği iş…

    Dipnotlar:1. http://www.tusam.net/makaleler.asp?id=842. http://www.in.gr/news/article.asp?lngEntityID=885091&lngDtrID=244

    ww

    w.az

    inlik

    ca.n

    et

  • Azınlıkça 15

    Samim Akgönü[email protected]

    Batı Trakya’ya dinî liderler

    Analiz

    Benimle beraber, soğukkanlı ve realist bir bi-çimde düşünürseniz sevinirim. Aşağı yukarı yirmi senedir, açıkça söylemek gerekirse, Batı Trakya Türk Azınlığı’nın kimliksel uyanışa geçtiği 1980’lerin so-nundan bu yana, Batı Trakya’da bir müftülük soru-nunun olduğu bir gerçektir. Bu sorunda üç tarafın da (Yunanistan, Türkiye, Azınlık) ilerleme kaydet-mek için gayret göstermesi zamanının geldiğini dü-şünüyorum.

    Durum kısaca şöyle: Batı Trakya’da hukuksal olarak 3, fiili olarak 2 adet müftülük makamı bu-lunmakta. Bu makamların, hem Yunanistan’daki azınlık rejiminde, hem de Yunanistan’da din ve dev-let işlerinin genelde ayrılmamış olmasından dolayı, kişisel ve ailevî hukuk alanında bir takım görevleri mevcut. Ayrıca bu müftülüklere bağlı din görevlile-ri aracılığıyla insan kaynakları görevleri ve Vakıflar aracılığıyla da finansal görev (ve güç)leri var.

    1980’lerin sonunda bir taraftan azınlık ileri ge-lenlerince kabul edilmeyen 2 müftü merkezden ata-nırken, diğer taraftan camilerde erkekler tarafından yapılan seçimlerle de 2 yerel müftü görevlendirildi. Camilerde yapılan seçimle işbaşına gelen müftülerin varlığı merkezî yönetim tarafından tanınmamakta.

    Asıl konuma gelebilmek için giriş kısmını özel-likle kısa tuttum. Hem hukukî hem de siyasî olarak durum elbette çok daha çetrefilli, ancak okuyucu-larımız yine dergimizin yazarı olan Konstantinos Tsitselikis’in çalışmalarına başvurabilirler.

    Şu anda mevcut sorunun çözümünde izlenebile-

    cek dört yol olduğunu düşünüyorum.

    1. Status quo : diğer bir deyişle bu ikili (dört-lü) durumun değişmeden devam etmesi. Ancak bu durumun bazı hukukî ve sosyal sorunlar yarattığı yadsınamaz. Bu sorunları şöyle sıralamak mümkün : Hukukî olarak seçilmiş müftülere başvuranların mağdur durumda kalmaları; sosyal olarak bu duru-mun azınlık kimliğinin reddine devam edildiğinin kanıtı olarak kalması ve siyasî olarak da Azınlık ve Yunanistan Yönetimi arasındaki ötekilik, dışarıdan-lık algılamasının devamı.

    AİHM tarafından iki kere hukuken de tanınmış din özgürlüğünün engellenmesi konusuna ise şim-dilik hiç değinmiyorum.

    2. Sistemin yeniden kurulması ve atanmış müf-tülerin görevden alınarak seçilmiş müftülerin bu görevlere atanmaları. Bu çözüm azınlık tarafından talep edilse de, soğukkanlı düşünüldüğünde, şu anki konjonktürde zor gibi görünüyor. Ayrıca Müftüle-rin hukukî görevlerinin devamı için bir atama şart olduğundan gelecekteki seçimlerde merkezî yöneti-me yakın kişilerin öne çıkmaları riski de yok değil.

    3. Atanmış müftülerin hukukî ve idarî görevle-rine devam etmeleri ve seçilmiş müftülerin sadece dinî lider olarak kalmaları.

    Bu durum, ilk bakışta ideal gözükse de içerden bakıldığında bir kavram, temsil ve meşruiyet karga-şası yaratacaktır kanısındayım. Böyle bir çözümde iki başlılık resmîleştirilecek, gerginlik devam ede-cektir.

    4. Cesaretli bir reform yapılarak, Avrupa’nın

  • 16 Azınlıkça

    gelişmiş ülkelerinde olduğu gibi, azınlığın dinî bir cemaat olarak kendi liderini kendisinin seçmesinin önünün açılması. Ancak seçilen liderin gerçekten dinî bir lider olabilmesi için hukukî ve idarî görevle-rinin yeni bir yasayla iptal edilmesi.

    Bu son şıkkın biraz daha derin tartışılması ge-rektiğini düşünüyorum. Yunanistan açısından ba-kıldığında bu çözüm demokratik bir ülkenin ge-reklerinin yerine getirilmesi olarak görülebilir. Son tahlilde Fransa Hükümetinin Fransız vatandaşı Ya-hudilerin, Protestanların, Müslümanların liderleri-ni, adı geçen cemaatlerin karşı çıkmalarına rağmen seçmesi nasıl düşünülemezse, Yunanistan hüküme-tinin Müslüman cemaatin dinî liderini seçmesi de kabul edilemezdir. Ancak işin içine idarî ve hukukî sorumluluklar girdiğinden bu atamalar bir anlamda meşrulaşmaktadır. Bu idarî ve hukukî sorumluluk-ların kaldırılması, tam aksine Azınlığın kendi dinî liderini seçmesi, haklı isteğini daha da meşrulaştıra-cak, güçlü kılacaktır. Böylelikle Yunanistan AİHM kararlarına da uymuş olacaktır.

    Bu tip bir reform karşısında Türkiye’nin ağırlığını göz ardı etmek gerçekçilikten uzak bir düşünce olur. Türkiye hem kendini Batı Trakya Türk Azınlığ’ının koruyucusu olarak görmekte, hem azınlık tarafın-dan bu rolü içselleştirilmekte, hem de azınlığa dair bütün Yunanistan politikaları, aslında varolmayan ve olmaması gereken “karşılıklılık” politikası çerçe-vesinde değerlendirilmektedir. Türkiye laik bir dev-let olarak (ilkenin açılımı Türkiye’ye özgü olsa da) din adamlarının hukukî sorumluluklarının olma-dığı bir ülkedir. Kendi iç gelişiminin, yani hukukî sekülerleşmenin, Batı Trakya Azınlığı’na da yansıdı-ğını görmek Ankara’yı mutlu etmelidir ; aynı konu Medreseler için de geçerlidir. Kaldı ki, 1926’dan beri bu konuda bir “karşılıklılık” da kalmamıştır. Zira İsviçre Medenî hukukukun kabülü sürecinde Türkiye’deki gayrimüslim azınlıklar (meşruiyeti tar-tışılır bir yöntemle olsa da) kişisel ve ailevî hukuk rejimlerinden feragat etmişlerdir. Kısaca söylemek gerekirse, Türkiye vatandaşı iki Rum ancak beledi-yelere bağlı nikâh memurlarının önünde evlenirler-se bu geçerli sayılmaktadır. Bu durum kilisede de evlenmelerine engel teşkil etmez. Aynen imam ni-kahının resmî nikahtan sonra yasak olmaması gibi. Bu tip bir durum Batı Trakya için de düşünülebilir olmalıdır.

    Azınlık açısından bakıldığında, ilk gelecek duy-gusal tepkileri tahmin edebiliyorum. Genelde azın-lıklar kendilerine verilen hakların geri alınmasına son derece sert bir biçimde karşı çıkarlar. Çünkü bur durum cemaatin varlığına bir darbe olarak gö-rülür. Bu yüzden de azınlık içinde bazı toplumsal re-formların yapılması dile getirilse dahi, dışarıya karşı bu tepkisel davranış biçimi sürdürülür. Gelecek ilk tepkilerin de bu yönde olacağını tahmin etmek zor degil, “Lozan’la verilen haklarımız geri alınıyor !”

    Ancak biraz daha derin düşünüldüğünde bu çö-zümün azınlığın birçok davasına katkıda bulunacağı görülebilir. Birincisi, azınlık dinsel degil ulusal bir azınlık olduğunu duyurmaya çalışmaktadır. Yuna-nistan tarafından Müslüman azınlık olarak isimlen-dirilmesi tepki çekmekte, dernek isimlerinde ulusal nitelendirmelerin bulunmasına izin verilmemesi haklı olarak şikayet konusu olmaktadır. Bu şartlar altında din görevlilerinin hukukî ve idarî sorum-luluklarının devam etmesini savunmak, kanımca paradoksal bir durum yaratmaktadır. Böylelikle azınlık ulusal kimliğinin tanınmasında önemli bir adım atmış olacaktır. Kısacası dinî liderler gerçek-ten inananların dinî liderleri olmalıdırlar, ulusal bir azınlığın hukukî ve idarî liderleri değil. Osmanlı’dan miras kalan millet sistemini tarih sayfalarında bırak-manın zamanı gelmedi mi?

    Diğer taraftan bu tip bir çözüm, azınlık vakıfları-nın yönetiminin tamamen azınlığın eline geçmesine de fırsat tanıyacaktır, ki bu da en doğal haklarıdır.

    Nihayetinde, evlenme, boşanma, velayet, nafaka ve miras gibi konularda ne kadar azınlık bireyinin müftülüklere başvurduğunun istatistikî olarak orta-ya koymanın da zamanı gelmiştir. Tamamen şahsi fikrim olarak bu rakamın oransal olarak çok da bü-yük olmadığını tahmin ettiğimi belirtmek istiyo-rum.

    Son olarak bu yazının demokratik bir fikir tar-tışmasını başlatmak, varolan tartışmaya katkıda bu-lunmak amacıyla yazıldığının göz önüne alınmasını arzuluyorum. Ama ne olursa olsun müftülük soru-nuna azınlığın lehinde bir çözüm bulunması gerek-tiğine olan inancımı da muhafaza etmekteyim.

    *

  • Azınlıkça 17

    “The Rums” Saçmalığı

    Dimostenis Yağcıoğ[email protected]

    Paradoks

    Türkiye Rumlarıyla ilgili Yunanca ve Türkçe dı-şındaki dillerde (özellikle İngilizce ve Fransızca) çı-kan yayınlarda ve bilimsel eserlerde son yirmi yıldır gözle görülür bir artış tespit ediyorum. Bu güzel bir gelişme. Ancak yine son yıllarda, bu artışa parallel bir şekilde gelişen ve gittikçe belirginleşen, yaygın-laşan başka bir eğilim de gözlemliyorum. Beni ra-hatsız, biraz da rencide eden bir eğilim: İster geniş kitlelere, ister uzmanlara yönelik olsun, İngilizce ve Fransızca yayımlanan makalelerde, haberlerde, kitaplarda Rumlar için gittikçe artan bir sıklık-ta “İstanbul Greeks”, “Greques de Turquie” gibi terimler yerine “the Rums”, “the Rum commu-nity” “les Rums”, hatta “la Rumluk” gibi terimler kullanılmakta.1 Yani bu cemaat için Türkçe’de ve Türkler tarafından kullanılan terim, başka dillere neredeyse olduğu gibi aktarılmakta, benimsenmek-te ve o dilde mevcut olan eski terimlere (sanki on-larda bir sorun varmış gibi) tercih edilmekte.

    Herşeyden önce, Türkçe’de “Rum/Rumlar” te-riminin kullanılmasının normal olduğunu söyle-yeyim. “Rum”, Türkçe’de bin yıllık, kökleşmiş bir terim. Tabii “Rum” aslında “canlı fosil” olarak ni-telendirebileceğim bir kelime. Yüzyıllarca önce ilk kullanıldıklarında belli bir mantığı ve anlamı olan, ismi olarak kullanıldıkları topluluk veya kavram evrilmiş ve değişmiş olmasına rağmen, dilde kök saldıkları için değişemeyen ve aynen kullanılmaya devam eden kelimeleri birer canlı fosile benzeti-yorum. Başka dillerde de böyle kelimeler bulmak mümkün: Meselâ, Yunanca’da Fransa için kullanı-lan Gallia (Γαλλία), İngilizce’de Yerli Amerikalılar için kullanılan “Indians” vs. Türkçe’de “Rum”a al-ternatif kelimeler bulup onların kullanımını özen-

    dirmek kolay değil. “Hellen” kelimesi Türkçe’ye yerleşmiş sayılmaz, “Yunanlı” kelimesinin ise “Yu-nanistan sınırları içinde yaşayan Hellen” veya, daha geniş bir tanımla, “Yunanistan vatandaşı” anlamın-da kullanımı öyle yaygın ve benimsenmiş ki, bunun değişmesi çok zor.2

    Ama Türkçe’den başka dillerde “Rum” terimi niye kullanılsın?

    Beni özellikle rahatsız eden şöyle bir gerçek de var: “The Rums” türünden terimleri sadece Rumla-rı hor görenler, onları tehdit ya da düşman olarak algılayanlar kullanmıyorlar. Öyle kişilerin yanında, Rumları incelemiş, bu topluluğu nispeten iyi bi-len, hatta bu topluluğa karşı samimi bir sempati besleyen, empati duyan insanlar bile bu terimle-ri kullanmayı tercih ediyorlar. (Üstelik bu eğilim Yunanlı gazeteci ve sosyalbilimcileri bile etkilemiş durumda)3

    Peki ama neden?“The Rums” gibi terimleri kullanmış kişilerle

    yaptığım sohbet ve tartışmalar sonucunda, bu ter-cihlerinin arkasındaki dört ana sebebin olduğunu tespit ettim. Aşağıda bu sebepleri ve bunlara olan itirazlarımı açıklamaya çalışacağım.

    1. Türkiye’deki Rumları Yunanlılardan ayırt etmek, ya da Rumlarla Yunanlıların farklılığını vurgulamak için.

    Ama aynı şey Türkiye’deki başka azınlıklar için yapılmıyor. Meselâ, “the Ermenis of Turkey”, veya “the Yahudis of Turkey” denmiyor. Böyle terim-

  • 18 Azınlıkça

    lerin gülünçlüğü ve yapaylığı hemen belli olurken, “the Rums”, sanki çok normal, hatta bilimsel ve politik açıdan doğru bir terimmiş gibi kabul edi-liyor.

    Evet, Rumlarla Yunanlılar arasında kültürel farklar var, ama aynı şey Türkiye Ermenileri ve Er-menistan Ermenileri için de, Türkiye Yahudileri ve başka herhangi bir ülkedeki Yahudiler için de söy-lenebilir.

    2. İstanbul Rumları’nın “Rum” terimini “Yu-nan” terimine tercih ettikleri düşünüldüğü için. Yani Rumların kendi kimliklerini belirleme hak-kına saygı amacıyla.

    Evet, Rumlar Türkçe konuştuklarında kendile-rini “Rum” diye tanımlıyorlar. Ama Yunanca ko-nuştuklarında kendilerine ya “Ellines” (Έλληνες) ya da “Romioi” (Ρωμιοί) diyorlar. “Eimaste Rum” (είμαστε Ρούμ) demiyorlar. Başka dillerde de, ko-nuştukları dilde Yunanlı için hangi kelime geçerli ise onu kullanıyorlar, ama onunla birlikte mutlaka İstanbulluluklarını veya Türkiyeliliklerini de vurgu-layacak bir sıfat da kullanıyorlar (“İstanbul Greeks” gibi). Her halükârda “we are Rums” gibi bir şey demiyorlar.

    Son zamanlarda, özellikle sosyal bilimlerde, etnik toplulukların kendi kimliklerini ve isimle-rini belirleme hakkına saygı önem kazandığı için, bilimadamları belli bir topluluktan söz ederken o topluluğun kendine verdiği ya da kendine uygun gördüğü ismi kullanmayı tercih etmekteler. Top-lumların, yani geniş kitlelerin de bu yeni yaklaşımı yavaş yavaş benimsediğini görüyoruz. Örneğin, ar-tık “Çingene” terimi yerine “Roman” terimi tercih edilmektedir. “Abaza” yerine “Abhaz” terimi tercih edilmektedir. Yunanca’da Yifti, Tsingani (Γύφτοι, Τσιγγάνοι) yerine Romà (Ρομά) kullanılmaktadır. Fransa’da “les nègres”in yerini “les noirs” hatta “les afro-français” almaktadır. İngilizce’de “Negro” ve “Colored” yerine “Black” veya “African-American” terimi kullanılmaktadır.

    Aynı yaklaşımı Rumlara da uygularsak, bu top-luluktan “the Romioi/Romii” “les Romioi” diye bahsetmemiz gerek. Rumlardan “the Rums” diye bahsetmek, bu yaklaşımın gerektirdiğinin tam ter-sini yapmak anlamına gelir: “The Rums” türü te-rimleri kullananlar, Rumların kendileri için uygun gördükleri ismi değil, devletin ve çoğunluğun o

    topluluğa uygun gördüğü ismi benimseyip, o ismi Türkçe’den diğer dillere taşımaktadırlar.

    3. Rum cemaatinin sadece Hellen kökenli-leri değil, başka etnik kökenlerden insanları da içeren ve ortak dini kurumlara dayanan bir dini topluluk gibi görüldüğü için.

    Türkiye’deki Rum cemaatı 19. yüzyılın sonların-dan itibaren birkaç etnik kökenden insanların oluş-turduğu, ama Hellenlik kimliğinin Ortodoksluk kadar kuvvetli olduğu bir ulusal azınlıktır. Lozan Antlaşması’nda dini bir azınlık olarak tanımlansalar bile Türkiye Rumları fiiliyatta ulusal bir azınlıktır. Rumların çok büyük bir bölümü, kendilerini bir-çok bakımdan Yunanistanlı Yunanlılardan farklı görseler bile, yine de onları soydaş olarak görmek-tedirler. Kendi cemaatlerini de Hellen ulusunun bir parçası olarak kabul etmektedirler.

    Ancak yaklaşık son yirmi yıldır İstanbul Rum Azınlığı’nda önemli bir demografik değişim gözlen-mektedir: Hatay’dan İstanbul’a yerleşen ve anadili Arapça olan Rum-Ortodokslar, şehirdeki Rum ce-maatine entegre olmaya çalışmaktadır. Bu demog-rafik gelişmenin cemaatin etnik veya ulusal kimliği-ni nasıl değiştireceğini gelecekte göreceğiz.

    Kendilerini Hellen olarak gören ve görmeyen bütün Rumları kapsamak için İngilizce’de “the Greek-Orthodox Community” Fransızca’da “la communauté grec-orthodoxe” gibi bir terim kulla-nılabilir. Bu amaç için bile “the Rums” türünden terimlerin kullanılmasının yanlış olduğu kanaatin-deyim.

    4. Türkiye Rumları ve Batı Trakya Türk-leri arasında mütekabiliyet kavramına dayalı bir paralellik kurup, Batı Trakya’daki azınlığa “Türk” dememek ve çelişkiye de düşmemek için Türkiye’deki azınlığa “Greeks” “Grecs” deme-yenler.

    Devletin resmi söylemini ve tezlerini bu derece içselleştirmiş olmanın hastalıklı ve acıklı bir durum olduğunu düşünüyorum. Ama bu nedenden dolayı Rumlara İngilizce yazdıkları yazılarda “the Rums” diyenler bile Batı Trakya’daki azınlığa “the Muslims of Thraki” diyorlar. “The Mousoulmanoi/Mousoul-mani of Thraki” demiyorlar. Zaten bunun gülünç-lüğü hemen sırıtıyor.

  • Azınlıkça 19

    İngilizce ve Fransızca’da “the Rums” türünden terimlerin - yukarıda göstermeye çalıştığım bütün mantıksızlık ve saçmalığına rağmen - kullanımı, son birkaç yılda o kadar baskın hale geldi ki, İs-tanbul Rum cemaatinin aydınları ve elitleri dahi artık bu dilleri kullandıklarında kendi cemaatleri için böyle terimler kullanmaya başladılar. Nitekim, 2006’da İstanbul’da gerçekleşen Rumların büyük konferansının programında bile Yunanca’daki “Ro-mioi” (Ρωμιοί) ve Türkçe’deki “Rumlar”, İngilizce’ye “the Rums” şeklinde tercüme edilmiştir.4

    Bu gibi gelişmeleri gördüğümde kendimi şu meşhur fıkradaki Temel gibi hissediyorum:

    Temel otomobili ile otobanda giderken radyoda yapılan anons dikkatini çeker:

    “Dikkat, dikkat, sayın dinleyicilerimiz! Falanca otobanda ters istikamette giden bir otomobil var. Dikkatli olmanız tavsiye edilir”

    Temel hemen yola bakmış ve üzerine üzerine gelen araçları görünce bağırmaya başlamış:”Ula ne pirisu, hepisu hepisu!”

    Ama “ters istikamette” ve tek başıma gidiyor olsam bile, yanlış ve saçma bulduğum bu pratiği eleştirmeye devam edeceğim. Şişeden bahsederken İngilizce’de “This is a şişe” demek ne kadar yanlış ve gülünçse, Rumlardan bahsederken “the Rums” demek de o kadar yanlış ve gülünç.

    Dipnotlar:

    1. Bu eğilimi gösteren yazılardan küçük bir örneklem suna-yım:• Ceren Zeynep Ak: “Minorities within Minorities: Between the ‘Self ’ and the ‘Other’”. Turkish Policy Quarterly, Vol. 7, No. 3 (Fall 2008); pp. 115-112....Years of fear and uncertainty resulting from the repressive state policies exerted on the Rums of Istanbul have resulted in an intro-vert psychology within the community together with conservatism that forces Rums today to keep every practice that may have cons-tituted as discriminatory, in the group and leave no space to any criticism or whatsoever.

    • Faruk Bilici, “La rumluk après la rumluk: la survivance de la langue et de la culture grecques sur les côtes de la mer Noi-re”. Ρωμιοί της Μικράς Ασίας και της Κωνσταντινούπολης / Grecs d’Anatolie et d’Istanbul / Greeks of Anatolia and Istan-bul: 1821-1964. (Atina Fransız Kültür Derneği’nde 23-24-25 Şubat 2006 tarihinde düzenlenmiş konferans.)

    • İlay Romain Örs: “Cosmopolitanism, City Identity, and Disconcerted Displacement: The Rum Orthodox Community

    of Istanbul and Athens”. (Koç Üniversitesi Göç Araştırmaları Programı’na sunulmuş proje önerisi, 2007). (http://www.mire-koc.com/mirekoc_eng_new/index.php?dane=2007_2008_9)...The proposed original research will focus on the Rum who con-tinue to live in Istanbul, which will update, further, and comple-ment my dissertation fieldwork on the diasporic Istanbulite Rum community residing in Athens.

    • Richard Clogg: “The empty spaces where Greeks once were”. Times Literary Supplement, November 30, 2005 (http://tls.timesonline.co.uk/article/0,,25340-1897861,00.html) ...Also caught up in the expulsions were many of the Rum, often linked by marriage to Greek nationals, and all traumatized by the events of 1955.

    • Guillaume Perrier: “Turquie: Le malheur des chrétiens d’Istanbul”, N°1800, Le Point 15/03/2007 (http://www.lepoint.fr/actualites-monde/le-malheur-des-chretiens-d-istanbul/924/0/124504 )...Chaque 6 janvier, le Noël [l’Épiphanie] orthodoxe, une croix est traditionnellement lancée par le patriarche dans les eaux froides de la Corne d’or et de jeunes hommes doivent aller la repêcher. Cette année, les policiers étaient plus nombreux que les Rum et, pour al-ler sauver la croix de la noyade, il n’y avait que trois volontaires.

    2. Kaldı ki, Rum azınlığın derneklerinin isminde ve bu cema-atin devletle olan ilişkilerinde “Rum” yerine “Yunanlı” ya da “Hellen” sıfatının kullanılmasına Türkiye’deki yasal mevzuat izin vermiyor.

    3. Örneğin:• Ariana Ferentinou, “Gönül’s remarks evoke reminis-cences in the Rums”, Hürriyet / DailyNews.com (18 Ka-sım 2008) http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=10380905&tarih=2008-11-18

    • Maria Nikoloupoulou: “Space, Memory and Identity: The Memory of the Asia Minor Space in Greek Novels of the 1960s”. CAS Sofia Working Paper Series, issue: 1 / 2007, ss: 1-18 (www.ceeol.com)...To the (…) Greek readers the description of these episodes must have drawn a parallel to the 1955 riots against the Rum commu-nity in Istanbul. (p.13)

    • Markos Komondouros: Language Attitudes and use in the Rum Community of Istanbul. MA Thesis in Applied Linguis-tics, University of Reading, May 2005.Komondouros’un daha sonraki yazılarında “Rum” terimini kullanmaktan vazgeçtiğini de belirtmem lâzım. (Meselâ: Mar-kos Komondouros and Lisa McEntee-Atalianis. “Language Attitudes, Shift and the Ethnolinguistic Vitality of the Gre-ek Orthodox Community in Istanbul”. Journal of Multilin-gual and Multicultural Development. 2007; 28(5): 365-384. http://www.informaworld.com/10.2167/jmmd483.1

    4. Resmi Program: Συνάντηση στην Πόλη: το παρόν και το μέλλον. (İstanbul’da Buluşma: Bugün ve Yarın ) 30 Haziran, 1-2 Temmuz 2006.

  • 20 Azınlıkça

    Η Μουφτεία Κιρκασίων Θεσσαλονίκης: Μιαν άγνωστη ιστορία

    Είναι γνωστό ότι με την Ανταλλαγή Πληθυ-σμών που υπαγορεύτηκε πολιτικά από την έκβα-ση της αποτυχημένης Μικρασιατικής Εκστρατεί-ας, ή τον επιτυχημένο Πόλεμο της Ανεξαρτησίας, ανάλογα από την εθνική οπτική γωνία που εξετά-ζει κανείς τις ελληνοτουρκικές σχέσεις του 1920, ο μουσουλμανικός πληθυσμός της Ελλάδας ανα-γκάστηκε να αναχωρήσει από τις εστίες του και να εγκατασταθεί στην νεοσύστατη Τουρκική Δημοκρατία δημιουργώντας ζωτικό χώρο στους πολλαπλάσιους εκδιωγμένους έλληνες πρόσφυ-γες που κατέφθαναν σε άθλια κατάσταση από την Μικρά Ασία.

    Οι οργανωτικές δομές των μουσουλμανικών κοινοτήτων, λοιπόν, διαλύθηκαν από τον Μάρ-τιο του 1924 οπότε και άρχισε να εφαρμόζεται η Σύμβαση Ανταλλαγή Ελληνοτουρκικών Πλη-θυσμών της Λοζάνης (Ιαν. 1923). 48 περίπου κοινότητες και Μουφτείες, οι οποίες λειτουργού-σαν βάσει της Συνθήκη των Αθηνών του 1913, καταργήθηκαν εν τοις πράγμασι. Η Μουφτεία Θεσσαλονίκης αποτελούσε την μητροπολιτική Μουφτεία των μουσουλμάνων της ηπειρωτικής Ελλάδας και σημαντικό πνευματικό κέντρο των μουσουλμάνων.

    Ήδη γνωρίζουμε αρκετές λεπτομέρειες από την αναχώρηση του Μουφτή Θεσσαλονίκης και την προσπάθειά του να διευκολύνει τα πρακτι-κά ζητήματα που απασχολούσαν τους ανταλ-λάξιμους συμπολίτες του. Αυτό όμως που είναι

    άγνωστο είναι ότι η Μουφτεία Θεσσαλονίκης δεν καταργήθηκε, αλλά νομικά διατηρήθηκε και ουσιαστικά κληροδοτήθηκε σε ομάδα μουσουλ-μάνων ελλήνων πολιτών που εξαιρέθηκε από την Ανταλλαγή: τους μουσουλμάνους αλβανικής καταγωγής και τους μουσουλμάνους Τσερκέ-ζους (Κιρκάσιους), μέρος των οποίων ήδη ζού-σαν στην Ελλάδα, αλλά κυρίως είχαν έρθει ως φυγάδες στην Ελλάδα μετά την κατάρρευση του Μικρασιατικού μετώπου, ως συνεργάτες του ελληνικού στρατού, ή ως αντιφρονούντες του κεμαλικού καθεστώτος. Εικάζεται ότι συνολικά ήταν 9.000 σε όλη την Ελλάδα.

    Την πολυεθνική κοινότητα των μουσουλ-μάνων της Βόρειας Ελλάδας συμπλήρωναν και οι αλλοδαποί μουσουλμάνοι που βέβαια δεν υπάχθηκαν στην Ανταλλαγή. Έτσι ο Suleiman

    Κωνσταντίνος ΤσιτσελίκηςΕπίκουρος καθηγητής, πανεπιστήμιο Μακεδονίας[email protected]

    ΖΩΟΛΟΓΙΚΟΣ ΚΗΠΟΣ

  • Azınlıkça 21

    Osman Siri, ο ανταλλαχθείς Μουφτής Θεσσαλο-νίκης αναπληρώθηκε από τον Hatzi Ahmet εφέ-ντη. Ενδεχομένως στο πλαίσιο της ελλνοτουρκι-κής προσέγγισης του 1930 ορισμένοι Τσερκέζοι της Θεσσαλονίκης να διώχθηκαν αλλά δεν είναι γνωστό σε πια έκταση. Η Μουφτεία ιδρύθηκε το 1923, σύμφωνα με την αναγραφή στην σφραγίδα της, όπως φαίνεται από σχετικό έγγραφο αλληλο-γραφίας με τη Μουφτεία Κομοτηνής.1

    Δεν είναι γνωστό εάν άλλοι μουσουλμάνοι της Θεσσαλονίκης διατηρούσαν δικές τους οργανω-τικές δομές σε εθνοτική βάση. Τον Ιανουάριο του 1928 με το Προεδρικό Διάταγμα αναγνωρίζονται δύο Μουφτείες, μία στην Θεσσαλονίκη και μία στον Λαγκαδά, άγνωστο για ποιο λόγο η δεύτερη, ούτε μέχρι πότε λειτούργησε. Μάλιστα, η Μου-φτεία Θεσσαλονίκης αναγνωρίζεται ως «Μου-φτεία Κιρκασίων». Τον πρώτο Μουφτή των Κιρ-κασίων, Hatzi Ahmet εφέντη, διαδέχεται ο Husein Husni Karaoglou, ο οποίος τον Σεπτέμβριο 19382 αντικαθίσταται από τον Mustafa Namouk Μuan Ζade, ο οποίος φέρεται να έχει εκλεγεί από τους μουσουλμάνους της Θεσσαλονίκης. Διορίζεται από τις αρχές ως προσωρινός Μουφτής (με το Βασιλικό Διάταγμα της 18.8.1938), ενώ είναι και συνταξιούχος του ελληνικού στρατού με τον βαθμό του συνταγματάρχη.

    Από το 1923 Γραμματέας της Μουφτείας και Ιεροδίκης (ενδεχομένως για ορισμένα διαστή-ματα μέχρι το 1938) έχει διοριστεί ο Mahmud Tzellaledin (Τζεζαϊρλί), αραβικής καταγωγής από το Αλγέρι και γάλλος πολίτης, φίλος και γραμμα-τέας του πρώτου Τσερκέζου Μουφτή. Ωστόσο, όπως φαίνεται από τα σχετικά έγγραφα, ο νέος Μουφτής και ο Γραμματέας της Μουφτείας δεν έχουν καθόλου καλές σχέσεις.3 Όταν ο Μουφτής πέθανε τον Δεκέμβριο του 1943, ξέσπασε κρίση για την διαδοχή του.

    Ο Mahmud Tzellaledin αποτελεί διφορού-μενη προσωπικότητα με αμφιλεγόμενη δραστη-ριότητα, καθώς ενεργεί ως Μουφτής. Εναντίον του κατέθεσε μήνυση για αντιποίηση θρησκευ-τικής εξουσίας ο Ibrahim Memis, ο οποίος ασκεί καθήκοντα ιμάμη και ο οποίος ανταπέδωσε τις κατηγορίες ενώπιον των ελληνικών διοικητικών αρχών της γερμανικής κατοχής.4

    Ο τελευταίος μάλιστα τύγχανε και της στή-ριξης του Μητροπολίτη Θεσσαλονίκης Γεννάδι-ου. Στους επόμενους ταραγμένους μήνες ως υπό διορισμό Μουφτής φέρεται ο Νedim Almahsit Muan Zade (ενδεχομένως γιος του αποθανόντος Μουφτή;) με Γραμματέα και πάλι τον Mahmud Tzellaledin. Το βέβαιο είναι ότι τον Αύγουστο του 1948 ασκήθηκε ποινική δίωξη κατά του Muan Zade για πλαστογραφία.

    Φαίνεται ότι η Μουφτεία των Κιρκασίων λει-τουργούσε διαιρεμένη και με αμφισβητούμενη τη νομιμότητα του Μουφτή μέχρι τις αρχές του 1950 χρησιμοποιώντας κάποιο από τα παλιά τζα-μιά ή μεζτζίτια της Θεσσαλονίκης.

    Σύμφωνα με την Γενική Διεύθυνση Αλλοδα-πών λειτουργούσε τζαμί στη Θεσσαλονίκη του-λάχιστον μέχρι το 1952.5 Μια άτυπη Μουφτεία, μη νομικά αναγνωρισμένη λειτουργούσε και στη Βέροια (πολλοί Τσερκέζοι ζούσαν στο χωριό Αγ. Πρόδρομος).

    Αυτά είναι τα σπαράγματα πληροφοριών που διαθέτουμε για την Μουφτεία της Θεσσαλονίκης που λειτούργησε από τους Τσερκέζους αλλά και τους μη ανταλλαχθέντες μουσουλμάνους. Πολλά ερωτηματικά παραμένουν αναπάντητα σχετικά με τη θέση των μουσουλμάνων εκ